cânâ revân etsen gerek cânım dedim
Yüzüme bin hışm ile baktı dedi cânın mı var
Zülf-i dilber gibi ey Zâtî perîşânsın yine
Cevri bîhad yoksa bir yâr-ı perîşânın mı var
Zâtî
Âlemin süsü olan bu meclisin içinde kadehler güldür; sürahi gonca, çıkardığı sesler bülbül feryadıdır.
Eline menekşe al, meclis bahar bahçesini hiçe sayıyor; sultanım, altın kadeh nergis, mumun dumanı sümbüldür.
Meclisi şenlendiren bu mum bir selvidir, açık yüzlü bir güzeldir; dumanı başında kâkül olmuş, sana karşı par par yanıyor.
Sultanım, bu meclise ebemkuşağı saz, Zühre oyuncudur; ayın günün ışığı ney, gökler tef, güneş ve ay puldur.
Ey Zâtî, bu meclis güzel bir gezme yeridir; sürahi çeşme olmuş, ona akan su da şaraptır.
Ey felek ne oldun, inliyorsun, hercai bir sevgilin mi var? Her yeri dolaşan bir ayın mı var?
Ey çiçekli bahçe, senin benzini sonbahar mı sararttı, yoksa başı dışarı bakar salınan bir selvin mi var?
Ey bülbül, her an ağlayıp feryat ediyorsun, dikenle baş başa vermiş gülen bir gülün mü var?
Dedim ki: “Ey sevgilim, yoluna canımı vereyim!”; yüzüme öfkeyle baktı: “Senin de canın mı var ki!” dedi.
Ey Zâtî, gene güzellerin zülfü gibi perişansın. Yoksa, cevri sonsuz, peri gibi bir sevgilin mi var?
Fuzûlî
Küfr-i zülfün salalı rahneler îmânımıza
Kâfir ağlar bizim ahvâl-i perîşânımıza
Seni görmek müteazzir görünür böyle ki eşk
Sana baktıkça dolar dîde-i giryânımıza
Cevri çoğ eyleme kim olmaya nâgeh tükene
Az edüp cevr ü cefâlar kıluben cânımıza
Eksik olmaz gamımız bunca ki bizden gam alup
Her gelen gamlı gider şâd gelüp yanımıza
Gam-ı eyyâm Fuzûlî bize bîdâd etti
Gelmişiz acz ile dâd etmeğe sultânımıza
Dil-i zârımda ne kim var bilüpdür bilürem
Yâr hâl-i dilimi zâr bilüpdür bilürem
Yâri ağyâr bilüpdür ki bana yâr olmaz
Ben dahi anı ol ağyar bilüpdür bilürem
Zülfünü ehl-i vefâ saydına dâm eyleyeli
Beni ol dâma giriftâr bilüpdür bilürem
Ben ne hâcet ki kılam şerh ana hâl-i dilim
Dil-i zârımda ne kim var bilüpdür bilürem
Yâr hem-sohbetim olmazsa Fuzûlî ne acep
Özüne sohbetimi âr bilüpdür bilürem
Fuzûlî
Kara zülüflerine tapınışımız imanımızda gedikler açalı, karanlıkta kalan kâfirler bile bizim perişan hâlimize ağlıyor.
Ey sevgili, seni görmek imkânsız görünüyor; çünkü sana baktıkça ağlayan gözlerimize yaşlar doluyor.
Cevri çok etme; zira belki ansızın bitiverir; cevri az yaparak canımıza cefalar et!
Her gelen bizden bunca gam alarak yanımıza şen gelip gamlı gittiği hâlde yine gamımız eksik olmuyor.
Ey Fuzûlî, zamanın gamı bize zulmetti; âciz kalarak sultanımızdan imdat dilemeye geldik.
Dertli gönlümde ne varsa sevgilinin onları bildiğini bilirim; sevgili gönlümün hâlini perişan bilir, biliyorum.
Sevgilinin bana yâr olmadığını yabancılar biliyor; ben de bunu yabancıların bildiğini biliyorum.
Vefalıları avlamak için zülfünü tuzak yapalı, beni bu tuzağa tutulmuş biliyor, biliyorum.
Ona gönlümün hâlini açmama ne lüzum var; dertli gönlümde olanları biliyor, biliyorum.
Ey Fuzûlî, sevgili bana konuşma arkadaşı olmazsa şaşılacak şey mi? Benimle konuşmayı kendisi için bir leke sayıyor, biliyorum.
Dost bîpervâ felek bîrahm devrân bîsükûn
Derd çok hemderd yok düşmen kavî tali’ zebûn
Sâye-i ümmîd zâil âfitâb-ı şevk germ
Rütbe-i idbâr râh-ı âlî pâye-i tedbîr dûn
Akl dûn-himmet sadâ-yı ta’ne yer yerden bülend
Baht kem-şefkat belâ-yı aşk gün günden füzûn
Ben garîb ü mülk-i râh-ı vasl pür teşvîş ü mekr
Ben harîf-i sâde levh ü dehr pür nakş-ı füsûn
Her sehî-kad cilvesi bir seyl-i tûfan-ı belâ
Her hilâl-ebru kaşı bir serhad-i meşk-i cünûn
Yelde berg-i lâle tek temkîn-i dâniş bîsebât
Suda aks-i serv tek tesir-i devlet vâjgûn
Serhad-i matlûp pür mihnet tarîk-i imtihân
Menzil-i maksûd pür âsîb râh-ı âzmûn
Şâhid-i maksad nevâ-yı çeng tek perdenişîn
Sâgar-ı işret habâb-ı sâf-ı sahbâ tek nigûn
Tefrîka hâsıl tarîk-i mülk-i cem’iyyet mahûf
Âh bilmem neyleyim yok bir muvâfık rehnümûn
Çehre-i zerdin Fuzûlî’nin tutupdur eşg-i al
Gör ana ne rengler çekmiş sipihr-i nilgûn
Dost pervasız, felek merhametsiz, devran sükûnsuz; dert çok, dert arkadaşı yok, düşman kuvvetli, talih âciz.
Ümit gölgesi kaybolmuş, arzu güneşi hararetli; düşkünlük rütbesi yüksek, tedbirin mevkii aşağı.
Aklın himmeti kısa, ayıplama sesleri yer yerden üstün; talihin şefkati az, aşk belası günden güne daha fazla.
Ben garip, kavuşma yolunun bulunduğu ülke hile ve karışıklık dolu; ben saf bir insan, dünya kitabı nakışlar ve büyülerle dolu.
Her selvi boylunun cilvesi, bir bela tufanı dalgası; her hilal kaşlının kaşı, bir çılgınlık kitabının baş satırı.
Bilgi temkini rüzgârda lale yaprağı gibi sebatsız, suda selvi aksi gibi devlet tesiri tersine.
Emelin son hududu mihnet dolu bir imtihan yolu; varılmak istenen hedef zarar dolu bir tecrübe yolu.
Maksadın güzeli saz nağmesi gibi perde içinde; içki kadehi saf şarabın kabarcığı gibi baş aşağı.
Cemiyet ülkesinin yolu korkunç, karışıklık hasıl oluyor. Ah! Ne yapayım bilmem, muvafık bir yol gösteren yok…
Fuzûlî’nin