Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Çağlayanlar


Скачать книгу

gördü. Kadın bu gökler aslanının uçtuğu tarafa kollarını açarak birkaç adım koştu. Acı acı haykırdı. Yıldırıma uğramış ağaç kütüğü gibi yere serildi, bayıldı.

      Kartal, bu yumuşak ve pembe tenli avı pençesinde, sıkarak yükseldi, yükseldi; Ulu Karadağ’ın arka tarafına geçti. Onu bir kayanın tepesine bırakmak istedi. Fakat çocuk bir çalılığın arasına düştü. Tam bu sırada fidanların altında bir dişi aslan da iki yavru doğurmuştu. Kartal aslanı görünce avını düştüğü yerde bıraktı. Çalılığın üstünde, tatlı avının etrafında, havada birkaç defa dolandı, süzüldü. Hışımla uzaklaştı, gitti.

      Dişi aslan bu miniminiyi kendi yavrularının yanında görünce onu da doğurduğunu sandı. Yargılayıcı Tanrı, bu çocuğu esirgedi, aslan kendi yavrularıyla beraber bu bebeği emzirmeye başladı. Günler, aylar geçti. Çocuk sütkardeşleriyle beraber büyüyor ve ninelerinin avlayıp getirdiği yabani hayvan etleriyle besleniyordu. Yaşı ilerledikçe gücü de artıyor, pazularında, baldırlarında aslan kuvveti beliriyordu. Kardeşleri ile oynaşıyor, güreşiyor ve onları yeniyor, seriyordu. Bu galebeye zekâsı da yardım ediyordu. Çünkü bir âdemoğlu idi…

      Artık kardeşleri onu uzaktan görünce korkularından kaçıyorlardı. Bu yaşayış, ona “Alparslan” adını tabii olarak vermişti.

      Yıllar geçti…

      Alparslan bu hayattan memnun değildi. Arkadaşları pek alık, kendisi pek yalnızdı. Ne kadar yese yine aç, ne kadar içse yine susuz, ne kadar dinlense yine yorgundu. Sarısu ırmağının kuytu bir kenarına gider, nehirde aksini görür, sütkardeşlerine benzemediğini anlar; dimağının düşündüğünü, yüreğinin çarptığını duyardı. İşte o zaman etrafında homurdanarak gezinen aslanlara birer sille çarpar, birer tekme atar; onların çıkamayacağı ağaçların tepelerine tırmanır, daldan dala atlar, bağırır bağırırdı. Sanki doğan güneşe seslenir; uçan bulutları tokatlardı. Bu sırada diğer aslanlar onun karşısında dinelirler, kuyruklarını yere çarparlar, yelelerini kabartırlar, dişlerini gösterirler, duygusuz gözleriyle ona hayretle bakarlardı.

      Böylece yıllar geçiyor, aslanların zürriyeti artıyor, lakin ona benzer bir yavru çıkmıyordu…

      Aslanlar ulusuna o hükmediyordu. Gün olurdu ki, on yirmi aslanı önüne katar, onları dağlara çıkarır, yarlardan atlatır, avlara saldırtır. Sonunda can sıkıntısından hüngür hüngür ağlardı.

      Bir gün yine avuluyla beraber avlanıyordu. Dik bir tepeye çıkarlarken yoldaşları gibi o da ayakla tırmanıyor, kükrüyor ve haykırıyordu. Bir geyik sürüsüne rast geldiler. Bir karışıklık, bir gürültü… Atılmalar, sıçramalar… Çalılar yarıldı, dallar kırıldı, taşlar yuvarlandı. Bu hengâmelerden bıkmış olan Alparslan, bir but kavrayarak oradan ayrıldı. Yamacın arka tarafına geçti. Dinlenmeye, gerinmeye, sıkıntısıyla belki düşünmeye koyuldu. Saatlerce hareketsiz gözleri ufuklara dikilmiş kaldı… Bu sırada idi ki ansızın bir çığlık, kendi sesine benzer bir feryat işitmişti. Dağın eteğinden seğirterek sedanın geldiği tarafa koşmaya başladı. Uzaktan kendisine benzer birtakım gölgeler gördü: Bunlar üç kadın, üç erkek, bir de taze kız idi.

      Bir iki hamlede yanlarına yetişti. Dört tarafı saran aslanlardan korkarak ağaçlara tırmanan, bu hiç görmediği, fakat kendine benzediklerini hemen anladığı iki ayaklı hayvanların imdadına koştu. Aslanları bir haykırışla oradan savdı. Omuzlarını örten sarı saçlarıyla, gerdanından sarkan kumral sakalıyla, insan ile aslan arasında bir heybetle onların karşısında dikildi. Hayretle yüzlerine baktı. Kımıldanışlarını, duruşlarını süzdü. Şimdi o da doğrulmaya, onlar gibi iki ayak üstünde yürümeye, yanlarına yaklaşmaya başladı. Titreyen gözleriyle yalvaran, korkularından nefesleri tıkanan bu yedi zavallıya karşı, belki ömründe ilk defa olarak sırıttı, insanlığa ait bu tatlı işaret korkanlara emniyet verdi. Şimdi bunlar yanık yanık yalvarıyorlar ve elleriyle aman diliyorlardı. Alparslan, bu sözlerden, bu kımıldanışlardan bir şey anlamıyordu. Yalnız onların kendisine benzediklerini sanıyordu. Yanlarına daha yaklaştı. En yaşlısı ağaçtan indi. Alp bunu kokladı. Elini omzuna koydu. Artık alışmışlardı. Bu yedi kişi de aslanlar aslanının önünde eğilerek ondan merhamet, imdat istediler. O, bütün bu vaziyetlere baktı, baktı… Bu yabancıların cana yakın işaretleri, onu bir dakika için insancıl etmişti.

      Korkanları, işaretlerle temin etmek istedi. Bunlar da karşılarında duran yiğidin âdemoğlu olduğunu anladılar. Lakin bunca canavara nasıl silahsız emrettiğine akıl erdiremediler. Alparslan, ihtiyarın yanına biraz daha sokuldu. Onun libasına, sakalına eliyle dokunmaya ve onu okşamaya başladı, ihtiyar yine titredi. Daha ziyade merhametini kazanmak istedi. Usulca tuttu. Arslan’ın alnından öptü… Alp, irkilmiş, geriye sıçramış ve gözlerini açmıştı. Bu ikinci insanlık hasleti yırtıcı delikanlıda garip bir tesir bırakmıştı. Çünkü ihtiyar kendisini ısıracak sanmıştı, iki dakika sessiz geçti. Şimdi genç uzun, çitişmiş, lüle lüle yelesini sallayarak bir çığlık kopardı ve sıçrayarak, koşarak yanlarından ayrıldı. Geride kalanlar neye uğradıklarını bilmiyorlar; onun hayvan mı, insan mı, yoksa bir şeytan mı olduğunu anlayamıyorlardı. Birkaç dakika geçmeden kucağında bir ceylan yavrusu olduğu hâlde tekrar yanlarına geldi. Ceylanı parçaladı ve her birine dağıttı. Misafirlerini ağırlamak istedi. Fakat onun bu ikramı karşısındakileri beklediği kadar memnun etmedi. Çiğ et yemiyorlardı. Uzun saçlı başını salladı. Hömbürdedi. Elindeki kaburgayı kemirmeye başladı.

      İhtiyar işaretle anlattı. Çalı çırpıdan bir ateş yaktı. Dağarcığından bir tutam tuz çıkardı. Etin üstüne ekti, kor ateşte pişirdi. Bir parça da Alparslan’a verdi. Onlara bakarak hayatında ilk defa pişmiş et tattı. Evvela somurttu. Sonra yalandı, kaşındı, bir kere daha ısırdı. Düşündü… Bu yemek hoşuna gitmişti, pek hoşuna gitmişti. Tuz, ete başka bir tat vermişti. İhtiyardan aldığını, zevkinden, yine ona satmak istedi. Kalktı, ihtiyarı alnından öptü. Bu kadarla da kanaat etmedi… Birkaç hamlede cümlesinin alınlarına birer sert öpücük kondurmayı arzu etti. Sıra en geride oturan kıza geldi. Onun tarafına da sırıtarak değil gülümseyerek gitti. Fakat taze kızararak, titreyerek, kollarıyla yüzünü örterek birkaç adım geriye kaçtı. Bir adım ileri, bir adım geri gitti; durdu.

      Kadınlar bağırdılar. Alparslan şaştı. Diğerlerinin yüzlerine baktı.

      Bir sürü aslanı buyruğuna ram eden bu çöllerin hakanı, şimdi bir kızcağızın karşısında ürkmüştü.

      Döndü, ihtiyarın yanına geldi. Kaşlarını çattı. Gözlerini açtı. Yumruklarını sıktı. Dişlerini gıcırdattı. Bu hâli gören kız ağlıyordu. Zavallı baba bu muammayı halletmek için ona bir şeyler anlatmak istedi. Bir dakika sonra Arslan da bunu anlamış göründü. Başını önüne eğdi ve düşündü…

      Yırtıcı hayvanlardan korkusuzca Alparslan’ın himayesinde birkaç hafta dinlenmek için, bu dağın eteğinde kaldılar. Artık birbirlerini yadırgamıyorlardı. Alışmışlardı.

      Taze kız ki, adı “Hanku” idi, Alparslan’a ağaç liflerinden mintan örüyor, ceylan postundan çarık yapıyordu.

      Bir sabahtı. Hanku, derenin kıyısında yüzünü yıkıyor ve saçlarını tarıyordu. Avdan avdet eden Alparslan sırtında bir geyik ile beraber, kızın yanına geldi. Hanku ona da yüzünü, ellerini yıkamasını anlattı. Suda aksini gösterdi; saçlarını, sakalını, babası ve kardeşi gibi kesmesi için yalvardı… Arslan, taze kızın dediğini yaptı… Şimdi gencin gürbüz omuzları ve yiğit çehresi daha meydana çıkmıştı. Kol kola avula döndüler.

      Alparslan’ın, bu yedi kişi ile tanıştığından beri zekâsı yükseliyor;