Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Çağlayanlar


Скачать книгу

ekin bitmez. İnsanlar daha ziyade yaylalarda, yumuşak topraklı yerlerde ekip biçmekle, yırtıcı olmayan hayvanları avlayıp yemekle yaşarlar. Kendileri Çin’in şimalinden geliyorlardı. Avullarını Çinli düşman basmış, ulusları dağılmış, malları yağma edilmiş, kaçan kaçmıştı. Geride kalanlar ya öldürülmüşler veya düşman tutsağı olmuşlardı… Onlar da kaçmışlar, yollarını kaybetmişler Ulu Kara Dağ eteklerine düşmüşlerdi. Aylardan beri böyle serseri dolaşıyorlardı. Tatar idiler.”2

      Bu kadar tafsilata mukabil Alparslan kendi cinsinden, babasından, ninesinden onlara bir haber veremiyordu. Aklı başına gelince kendisini aslanlar arasında bulmuş, aslanlar ile büyümüştü. Onun sütninesi aslan ölmüş, kardeşleri üremişti. Artık göçmek, kendisine benzer insanlara kavuşmak elzemdi. Bunca yıllık itiyadın tesiriyle bu ıssız dağlardan ayrılmadan sütkardeşleri aslanlar ile vedalaşmak, koklaşmak istedi. Fakat şimdi sarı yelesini kesmiş, tırnaklarını yontmuş, adama benzemişti. Hanku elinden tuttu, çekti, boynunu büktü ve yalvardı:

      “Gitme, belki gelemezsin!”

      Bir sabah tan yeri ağarırken bu yedi kişi, güneşe karşı diz çöküp, boyun eğip dualar ettiler ve hepsi beraber garba doğru yola düzüldüler. Alparslan, tapmak nedir bilmiyor; Güneş, Tanrı nedir anlamıyordu…

      Yolda ihtiyar, herkese bir imanın elzem olduğunu ona anlatıyor ve kâinatı canlandıran, Güneş’e ve onun karısı Ay’a, yavruları gökteki yıldızlara, yerde ateşlere tapmadan yaşamanın mümkün olmadığını ihtar ediyordu. Bu telkin günlerce, haftalarca devam etti.

***

      Bir güzel sabahtı. Alparslan uyanmış, gözlerini ovuyordu. Çalıların arasından Hanku kız göründü. Çevik ve şakraktı. Alparslan’ı aldı. Şafak sökmeye başlamıştı. Arkalarında kalan altın dağların tepelerinden gecenin, sanki bir siyah kadifenin incelerek, süzülerek, eriyerek bir gümüşî tül hâline giren son karanlığı ilk gölgeye tebeddül ettiği sırada bunlar da bir tepenin üstüne çıkmışlar ve bir geniş çamın altında diz çökmüşlerdi… Çalıların arasında uyuyan kuşlar da uyanmışlar, gagalarını açmışlardı. Doğan güneşin üstlerine serptiği her yudum renk onların minimini ağızlarında bir damla ahenk oluyor ve etrafı çınlatıyordu. Yabani güller, dağ çiçekleri göğüslerini ışıkların okşayışlarıyla yavaş yavaş açıyorlardı. Hanku ile Alp, etraflarına baktıkları zaman her zümrüt otun ucunda bir tane elmasın parıldadığını gördüler. Kendilerinden geçtiler ve hülya âlemine göçtüler. Doğan Güneş’e doğru boyunlarını büktüler, gözlerini diktiler, baktılar, baktılar…

      Şimdi Hanku Alp’e, ne yaparsa taklit ve ne derse tekrar etmesini tembih etti. Beraberce yakarmaya3 başladılar:

      “Ey Güneş, ey ışıkların hakanı! Tahtın göklerdir ki kanatlar erişmez; sarayın karalardır ki sonu gelmez, bahçen denizlerdir ki ucu bulunmaz.

      Ey Güneş, ey dünyanın ruhu! Gözlerimiz senin ışığınla görür, kanımız senin sıcaklığınla kaynar, yüreğimiz senin gücünle çarpar.

      Ey Güneş, ey güzellerin babası! Çiçekler, yanaklar senin öpüşlerinle kızarır… Gökler, denizler senin okşayışlarınla göğerir… Elmaslar, gönüller senin bakışlarınla parlar!

      Ey Güneş! Siyah peçeli hatunun Ay, sarı saçlı çocukların yıldızlarla başımızın üstünde dolaş ve bize doğru yolu göster!

      Ey Güneş, ey yüksek ve parlak Tanrı! Damarlarımıza kan ve davarlarımıza sıhhat ver… Bayırımız kalın öküzler, çayırımız ince aygırlarla dolsun… Kısrakların arkalarından taylar koşsun… İneklerin artlarından buzağılar yürüsün. Koyunların yanlarında kuzular sıçrasın… Sürünün bir ucu pınarda, bir ucu ağılda bulunsun!..

      Ey Güneş! Rüzgârdan kanatlarını ger! Işıklardan saçlarını dök! Mavi bulutlardan tüllerine bürün! Bu güzellikle bize daima görün! Ruhumuzu bir çiğ damlasıvari göğsüne çek ki senin gibi temiz doğup temiz ölelim!

      Ey Güneş, ey hayatın sahibi! Bize boğa gibi kuvvetli, at gibi ilerlemek isteyen, tuğrul gibi yükselmeyi seven, koyun gibi sakin oğullar ve kızlar ver!.. Dünyayı ışıkların gibi zürriyetimizle doldur!..

      Zürriyetimizle doldur!..”

      Dua bitmişti. Alparslan, kükremiş bağırıyordu:

      “Zürriyetimizle doldur!..”

      Etraftaki dağlar kayalar cevap veriyordu:

      “Doldur! Doldur!”

      Gözleri Güneş’ten kamaşmış, boğazı kurumuştu. İkisi birden nemli yeşillikler üstüne kapandılar. Yavaş yavaş başlarını kaldırıp yekdiğerinin yüzüne baktılar, ikisinin de gözleri parıldadı. Birbirlerinin kolları arasında kayboldular…

      Bu sekiz kişi şimdi Şark’a doğru ilerliyorlardı. Yolda, yıkılmış bir kulübeye, sönmüş bir ocağa rast geliyor; kırılmış bir kazma, ezilmiş bir bakraç buluyor, yuvarlanmış bir tekerleğe tesadüf ediyorlardı. İhtiyar, bu insan izlerinin sebeplerini Alp’e anlatıyordu.

      Bir gün başıboş bir kısrağa, birkaç gün sonra da bir öküze rast geldiler. Ağaç gövdelerini yonttular, günlerce uğraştılar, bir kağnı yaptılar, üstünü dallarla örttüler. Öküzü koştular, kona göçe aylarca yol aldılar. Vurdukları kurtların, tilkilerin derilerini giydiler, avladıkları geyiklerin etlerini yediler.

      Akşamüstü idi, bir tepe üstünden Hanku bağırdı:

      “Bakınız!.. Bakınız!”

      Uzakta bir ışık görmüştü. Gecenin karanlık derinliklerinden köpek sesleri geliyordu.

      Sabahleyin erken yola koyuldular. İki saat sonra bir köye vardılar. Alparslan merakından titriyordu. Bir canavar ini ile insan evi arasındaki farkı anlamak istiyordu. Köyün kenarında üç cılız çocuk gördüler. Alp durdu, kendi de çocuk iken bunlara benziyordu. O da böyle ufak taşlarla, küçük değneklerle oynamıştı.

      Önlerinde bir sürü aygır kişniyor, sığırlar otluyordu. Oymak halkı şimdi bu yabancıların etrafına toplandı ve onları bir pirin otağına götürdü. Bu ihtiyar, oymağın ağası idi. Hikâyelerini ağaya anlattıkları zaman kâhinlerin haber verdikleri, ozanların taganni eyledikleri yiğidin, alnı karalı ak ayıyı öldürecek bahadırın bu genç olması lazım geleceğine kani oldular.

      Ayının hikâyesini Alp’e anlattılar:

      İki gözünün arasında kara bir lekesi olan bu hayvan vaktiyle bir insandı. Babasının mezarında kara aygırını kurban etmesini ihtar eden ninesine kızmış, bir gece onu sarhoşlukla boğarak çadırıyla beraber yakmıştı. Geceleyin Güneş onun suçunu görmeyecek sanmıştı. Fakat Tanrı onu gördü ve ebedî ışığından mahrum etmek için dondurdu, bir çığ hâline getirdi. Bir mağaranın içine yuvarladı. Lakin müşfik ananın ruhu Güneş’e yalvardı, yakardı. Tanrı’nın feyzinden oğlunun mahrum olmamasını istedi. Güneş, nineye acıdı. Bu kar kümesine can verdi. Bir ak ayı oldu. Fakat cinayetinin azabını daima çekmesi için anasının kömür olan yüreğini alnının ortasına yapıştırdı ve bu hayvanın ölümünün, ana baba şefkati tatmayan bir kahraman eliyle olmasını diledi… Bu ayı ölüm korkusundan, yıllardan beri avulun4 bütün yiğitlerini, bilhassa öksüz ve yetimlerini birer birer boğup eziyordu. Hafta geçmezdi ki oymak bir iki kurban vermesin. Bu devin belasından köy gittikçe tenhalaşmaya başlamıştı. Artık oymakta ne bir yiğit ne de gürbüz bir çocuk kalmıştı.

***

      Bundan yirmi sene evvel bu avula ıraklardan, ta Çin’in içerilerinden