Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Çağlayanlar


Скачать книгу

de mahza harp uğrunda Asya’nın ücra bucaklarından toplanırlardı. Muharebe bitince göçebe uluslar, yörük oymaklar yine dağılırlardı. Cemiyetleri süreksizdi. Bu cihetle düşünceleri müttehid, fikirleri de sakin olmadığından ne musikiye ne edebiyata ne de mimariye dair şahsi ve temelli eserler bırakmışlardır.”

      Ev sahibi Turgud Bey fesini başından atarak bir avukat şiddeti, fesahatiyle cevap verdi:

      “Affedersiniz Doktor Bey; Fransa’nın birçok büyük şehrini gezdiniz değil mi? Acaba Anadolu’da, Türkistan’da seyyahat ettiniz mi?”

      “Hayır.”

      “Öyle ise Sivas’ta, Konya’da, Bursa’da, mimarlığa ait tetkikatta bulunanlara sorunuz. Oralardaki eski binaların manevi bir ruhu, bir başkalığı, fennî, hünervari bir kıymeti var mıdır, yok mudur? Emin olun ki Konya’daki Selçuki asarı bakiyesi Atina’nın Akropol harabelerine muadildir… Gülmeyiniz. Bunu Konya üzerine Almanca ve Fransızca yazılmış eserleri okur ve mahallinde tetkikatta bulunursanız anlarsınız.”

      “Bunlar altı yedi yüz senelik, binnisbe yeni şeylerdir. Ben daha eski zamanlara ait medeniyet izleri arıyorum.”

      “Bundan iki yıl evvel Sibirya’nın şark-ı cenubisinde Kâin Turfan Harabeleri’nde yapılan hafriyatta çıkan heykelleri görürseniz bunları ya Praksiteleslerin veya Fidyasların6 ellerinden çıkma zannedersiniz.”

      Bu anda doktorun yüzünde hasıl olan emniyetlik üzerine Turgud Bey kütüphanesine koştu; elinde birkaç resimli risale ile geri döndü. Herkes bir meraka düşmüş ve ev sahibinin başına üşüşmüştü. Doktor mütekebbir bir inatla: “Belki, olabilir; fakat bu kadarı kâfi mi?” diyordu ve ilave ediyordu:

      “Biz muhafazakâr adamlarız ve teceddüde düşmanız. Mesela din bahsi…”

      Bu korkunç başlangıç üzerine herkes, sinirleri daha gerilmiş, gözleri daha açılmış, yumrukları daha sıkılmış olduğu hâlde harekete gelmişti. Artık ut tombul karnıyla yerde bitap uzanmış, keman ince beliyle koltuğun bir kenarına yorgun dayanmış, tambur uzun boynunu melulane uzatarak bir köşeye serilmiş yatarken sıkıntıdan çatırtı ile kopan bir teli gerdanına sarılıvermişti. Zavallı Pembe Hanım ise çoktan esneyerek ortadan kaybolmuştu.

      “Mesela din bahsi: Evet Türkler müdafaa için kucakladıkları İslamiyet’i kırılmak bilmeyen bir cesaret, tereddüde uğramayan bir sadakatle müdafaa ettiler. Fakat bu hususta tenkide ve münakaşaya girişmediler, girişemediler, işte mesele burada… Halbuki Araplar Rafızilik, Mu’tezilik, Vehhabilik gibi münakaşa neticesinde mezhepler buldular. Halbuki İraniler Bahailik, Şiilik, Babilik gibi fırkalar ihdas eylediler. Biz hiç, hiç düşünmedik, aramadık, yorulmadık, üşendik, ne bulduksa ona kani, ne dedilerse ona razı olduk.”

      “Azizim Doktor, siz bunları bir kitapta okumuşa benziyorsunuz. Biraz kendiniz tetkikatta bulununuz. Aslen Türk olan Bedreddin Simavî ve Şeytankulu gibi ulemanın içtihatlarını veya Torlak Kemal gibi zevatın dinî felsefelerini, Bektaşiliği, Mevleviliği tetkik etmeliydiniz.”

      Havaiyat ile musiki ile başlayan bu meclis şimdi ciddi bir renge girmiş, davetlilerde büyük bir sıkıntıyı örtmeye çalışan küçük bir bilgicilik tavrı uyanmıştı. Herkes gizli bir intizar içinde gözlerini ara sıra kapıya çeviriyor, Gülistan’ı bekliyordu. Vehhabiliği Gülistan tenkit eyleyecek, Bedreddin Simavî’nin felsefesini Gülistan izah edecek sanılırdı.

      Zayıf Efendi kendi kendisine söyleniyordu:

      “Türkiye yıpranmış, tozlu, ciltsiz lakin mühim, müfit bir kitaptır. Onu okumak, tashih edip tabetmek için sabır ve merak ister.”

      Öteden Kemani Sûzi Bey atıldı. Dargın bir tavırla:

      “Bu memleketin güzelliklerine göremeyerek bakıyorsunuz, şiirlerini anlamayarak dinliyorsunuz.” dedi.

      “Şiir mi? Hele şiir bu memleket için değildir. Şiirin mevcudiyeti aşka, kadına, bunların mevcudiyetine bağlıdır. Bizim kadınların daima sedirlerde, minderlerde, kanepelerde oturmaları hareketlerinde hiçbir letafet bırakmamıştır. Yoksa, siyah carları altında ördekvari yürüyen hanımları görmüyor musunuz?”

      Bütün dinleyenler birden bağırdılar:

      “O! O! Ördek gibi mi? Sizde hiç zevk yok. Güvercin gibi, kumru gibi.”

      “Evet mahbusiyet hayatı hanımların hem bacaklarını, hem zihinlerini faaliyetten mahrum bırakmıştır. ‘Binbir Gece Masalları’na benzeyen romanlara aldanıp da Türkiye’yi muaşaka memleketi sananlar aldanırlar. Burası sevmek, sevilmek hislerine müsait bir zemin değildir. Sevda için kadınlarda ‘meyil ve istidat’ olmadığı gibi erkekler için de ‘imkân’ yoktur. Bu memlekette umumi his ‘muhabbet ve temayül’ değil, ‘nefret ve tahakküm’dür. Burada erkekler hotperest, kadınlar hotfüruştur.”

      Bu defa da odayı her ağızdan itiraz gürültüleri kapladı. Artık kimse kimsenin ne dediğini işitmiyor, anlamıyordu… Yumruklar havaya kalkıyor, fesler başlardan fırlıyor, sigara dumanları hiddet ve süratle üfleniyordu. Bir hay ve huydur gidiyordu. Pertev Bey ise fikrinde, isyanında inat ederek son itirafını fırlatmaktan çekinmiyordu.

      “Ben vatanımı beğenmiyorum, ne yapayım beğenmiyorum; çünkü bana memleketimi beğendirecek etrafımda ne bir vaka ne bir manzara görebiliyorum. Ben belki bir vatansızım!”

      Artık doktor için bastonunu alıp davetli olduğu bu evden çıkmaktan ve refikleri için kendisini sükût ile teşyi etmekten başka yapacak kalmamıştı ki dışarıdaki bir araba gürültüsüyle beraber kapının çıngırağının tanini evi doldurdu. Bir dakika sonra gevrek kahkahalarıyla başına uzun bir başörtüsü almış, sırtına bol bir manto giymiş Gülistan içeriye girdi. Sanki bu kadın bir güneşti. Bütün bir fırtınalı gecenin zulmetini birden sıyırdı, attı. Herkes bir dakika evvelki hırsı, infiali unutmuş, çehreler yerine gelmiş, sigara dumanları dağılmıştı.

      Sûzi Bey, Gülistan’a köşedeki kanepeyi gösterirken Pembe Hanım da: “Bu kâfir doktor hâlâ imana gelmedi mi?” diyerek Pertev Bey’e serzenişlerle odaya girdi.

      Ev sahibi Turgud bir iskemle çekti. Gülistan’ın karşısına oturdu. Niçin onu rahatsız ettiklerini anlatıyordu:

      “Burada çılgın bir adam var. Memleketimizin güzelliklerini inkâr ediyor… Musikimiz ağlarmış, raksımız gerinirmiş, kadınlarımız yatalakmış, erkeklerimiz alık… Anladın mı şimdi?.. Artık şu zavallıya memleketini sevdirmek için senin lutruna sığınmaya mecbur olduk.”

      “Doktor haksızdır. Evvelki gün Çamlıca’da Şatır Paşa’nın düğününde idim. O gece, bir müddet, biz bize kaldık. Hanımlarla o kadar güzel raksettik ki ben de bayıldım.”

      Pembe Hanım gülerek ilave etti:

      “Göreydi o da bayılırdı.”

      Udu bu defa Pembe Hanım aldı. Ve tefi Gülistan’a verdi. Sûzi Bey, bir Hüseynî taksimi yapıyor ve bütün ruhunu, bütün hünerini yayına tevdi eylerken nağmelerinin feyziyle doktoru teshir için ne derece nefsine cebrettiği dudaklarının takallüsünden, kaşlarının gerilişinden anlaşılıyordu. Şimdi herkes dinî bir istiğrak ile dinliyordu. Doktor Pertev Bey, bu tekellüflerin hep kendi için olduğunu anlıyor ve duygusuz bir tavır alarak saatinin kösteğiyle oynuyordu.

      Gülistan, dirseğini koltuğun koluna dayamış, elini yanağına koymuş; gönlünden kopan tatlı, pürüzsüz, tekellüfsüz ruhani bir seda ile okumaya başlamıştı. Sesinin havada dönen, kıvrılan her nağmesinden bir peri ruhu doğuyor, yüksele büyüye kanatlanıyor; dinleyenlerin yanaklarını öpüyor; göğüslerini okşuyordu. Gözlerin önündeki perde perde karanlığı sıyırıyor, yerine zerre zerre