Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Çağlayanlar


Скачать книгу

kavak ağacının gölgesine gömdüler. Şimdi nedense, ak ayı bu kavağın dibinde in tutmuştu. Korkudan kimse kadını ziyaret edemiyordu.

      Alparslan, bu hikâyeyi dikkatle dinledikten sonra hiddetle gezinmeye başladı. Çadırına çekildi. Bir müddet uyuyamadı. Sabaha karşı rüyasında Türkân Kadın göründü ve dimdik ona doğru yürüdü. Alparslan’ın göğsünü açtı. Sinesinde bir küçük hilal şeklindeki beni gösterdi. Alparslan’ın kendi oğlu olduğuna bu nişan bir delil idi. Onun yakasını tuttu, sarstı:

      “Uyan! Yeryüzü seni ve oğullarını bekliyor… Cihana kan ver, can ver… Yürü ve âlemi arkandan sürü!”

      Bu heyecan ile uyandı, Hanku daha uykuda idi. Usulca karısının alnından öptü. Baltasını beline astı. Topuzunu omzuna aldı. Bıçağını kemerine soktu, çadırdan çıktı. Avulun çevresini gezmek üzere uzaklaştı. Birkaç saat yürüdü. Küme küme karların kımıldadığını gördü. Merak etti. Bir ak ayı kendisine kızıl gözleriyle bakıyordu. Bir adım geri çekildi. Dineldi. Etrafına baktı. Biraz düşündü. Ürperdi. Bir an içinde karar verdi ve hemen saldırdı. Karların içine dalmasıyla beraber orası karıştı.

      Şimdi kardan beyaz köpükler, dumanlar havaya uçuyor, etrafa sıçrıyordu… Şaha kalkan hayvan başına yediği bir balta darbesiyle yere yuvarlanırken arkasındaki kavak ağacını da devirmişti. Arslan yine atılmak isteyen ayının gırtlağına iri bıçağını soktu, soktu, soktu. Artık canavar oraya yıkılıvermişti. Alp, bir iki dakika nefes aldı. Dinlendi. Sonra canavarın postunu yüzdü. Bu sırada kendisi de omuzlarından yaralanmıştı. Yarasını karla ovuşturdu, kanını dindirdi. Postu sırtladı. Oymağa döndü.

      Alp’in ilk bahadırlığını işiten yurttaşlar etrafına toplandılar. Vurulan ayının alnında kara bir leke vardı. Bu alametten anladılar ki yıllardan beri avulun en cesur gençlerini parçalayan ve engin bozkırları onlara daraltan, bu ayı kıyafetine girmiş devin postudur. Onlar biliyorlardı ki bu ayıyı kim gebertirse yurdun hâkimi odur…

      Avulun piri Alp’in elini tuttu. Onu ayının inine götürdü. Orası Türkân Hatun’un türbesi olduğu için mukaddes bir yerdi. Ayının şerrinden ve tehlikesinden çoktan beri bu ağacı ziyaret edemiyorlardı. Esasen Alparslan’ın annesinin Türkân Hatun olduğunu da ihtiyar tahmin ediyordu… Devrilen ağacın kütüğüne oturdular. Batan Güneş’e doğru yakardılar, ihtiyar bu kavağın dibinde yatan ve senelerden beri ziyaret edilmeyen Türkân’dan Alp’e bahsetti. Genç de bu gece gördüğü rüyayı ona anlattı. Artık bütün esrar meydana çıkmıştı. Arslan’ın Türkân Hatun’un oğlu olduğuna şüphe kalmamıştı; ihtiyar, Alparslan’ın alnından öptü ve:

      “Benim senin yanında artık işim yoktur.” dedi.

      Şimdi Güneş batmış, bozkır tamamen kararmıştı. Alp’in oturduğu ağaç dinelmeye başladı: Doğruldukça yavaş yavaş ışık kesiliyordu. Arslan, bir kalın dal ile kütüğün birleştiği köşede büzülmüş, şaşırmış kalmıştı. Ağaç tamamen doğrulunca nurdan bir sütun hâline geldi, bir kere sarsıldı, topraktan kökü ayrıldı. Fezaya doğru yükselmeye başladı. Bu fevkalade hâlden ürken Alp, yanına sarkmış olan elinin sıkıldığını duydu. Yanına baktı. Gece rüyasına giren annesi idi. Ağaç karanlık ve yüksek bir boşluk içinde, uçar yıldız gibi nuranî bir iz bırakarak cenuba doğru gökte süzülüyordu. Bir zaman yerlerin en kavisi olan Alparslan şimdi gökte Esed burcuna benzedi. Kara bulutların içinden, parlak yıldızların arasından ışıklar saçarak kayıyor, uçuyordu. Ve bir dakika geldi ki ağaç Himalaya silsilesinden Everest Dağı’nın tepesine dikildi, sallandı, durdu. Bu sırada gece şarktan görünen Büyük Tanrı’nın; Güneş’in huzurunda, kara çadırının eteklerini toplayarak cihanın başka bir tarafına çekilmeye mecbur oldu. O zamana kadar dimdik ve sessiz duran Türkân Hatun, sağ elinin ayasıyla Alp’in gözlerini üç defa sıvadı. Gencin nazarından mesafe engelleri silindi. Bir kısım arzı, Asya ve Avrupa’yı ve Afrika’nın şimalini bir bakışta görmeye başladı. Türkân Hatun, bir al örtüye sarılmış, çelişmiş ak saçlarının bir kısmı omuzlarından aşağı sarkmış, bir kısmı başında ürpermiş ve bu hâlde ucunda beyaz dumanlar tüten bir aleve benzemişti. Sol elini Arslan’ ın omzuna dayamış, sağını da fezaya kaldırmış ırakları gösteriyordu. Sabahın pembe-beyaz tülleri sıyrıldıkça mütemadiyen berraklaşan fezada çıt yoktu. Rüzgâr durmuş, bulutlar durmuş, Arslan’ın kalbi durmuş ve gözleri açılmıştı. Türkân Hatun yavaş, vakur, mehip, tatlı bir kadın sesiyle hitap etti:

      “Oğul! Ey Türk oğlu! Alnını yükselt, göğsünü ger, etrafına gurur ile bak!.. Ayağının altında görünen şu geniş cihanın hâkimi sensin, senin neslin olacaktır. Kâinatın en büyük kahramanları, cihangirleri bütün senden doğacaktır. Maşrıktaki Çin’in payitahtından, Magrib’deki Septe Boğazı hizasına kadar olan yol senin atlarının ayaklarının altında çiğnenecektir. Cenubun yanan çöllerinden, şimalin donduran bozkırlarına doğru bak!.. Yenisu kıyılarında, Baykal, Aral gölleri etrafında doğuran kısrakların tayları, Tuna’nın menbaından hararetlerini teskin edeceklerdir… Azak Denizi ve Karadeniz, denizleri torunlarının birer küçük havuzları, Pamir ve Ceziretülarap yaylaları cirit meydanları olacaktır… Kafkas, Balkan, Karpat ve Ararat dağlarının eteklerinin harp sahalarını, Ural geçitlerini, Volga, Fırat nehirlerini akın yolları yapacaksın!

      Şu Altay’ın altınları, İran’ın gümüşleri yakınımızdaki Bedahşan’ın lal ve yakutları, Hint’in eteklerini öpen Amman’ın incileri, ötede bir kara yılan gibi kıvrılan Ural’ ın demirleri senindir! Dünyanın rengi kızıl kanınla bezenecek, şekli kargınla düzelecektir… Azmine, kuvvetine ne Gobi ve Tibet çöllerinin susuz kumları, ne Himalaya’nın yalçın tepeleri, ne Akdeniz’in beyaz dalgaları Türk sellerine karşı durabilecektir. Altay, Ural ortasından fışkıran Bahr-i Muhit-i Kebîr’i dolaşacak ve bu sahillerden kabaran er yiğit dalgaları, Muhît-i Atlâsî’ye ulaşacaktır.

      Ne kaya kaleler, ne demir kapılar, ne de çelik silahlar yolunu kesecek… Yarı cihan ümmetleriyle dövüşeceksin… Ezdikçe mağrur, ezildikçe meyus olma! Daima didin ve öğren, daima iste ve yüksel. Adil ve rahîm ol! Korkutmaktan ziyade sevdirmeye çalış.

      Asya’da, Avrupa’da, Afrika’nın bir kısmında pençenin altında kıvranmayan hiçbir millet kalmayacak. Tepeleyeceksin, tepeleneceksin… Etrafında çarpışacak kuvvet bulamadın mı, kendilerini unutan kardeşlerini de sarsacaksın. Kuvvetinle gevşemiş damarları gerecek, ateşinle soğumuş kanları kaynatacaksın… Dünyanın üç büyük kıtasında neslinden hükümdarlar ve yabancı hükümdarlardan âciz hizmetkârlar yapacaksın. Kahramanlık tacın için Türk analarının döktüğü her damla yaş birer elmas, Oğuz oğullarının akıttığı her katre kan birer yakut olacak… Şu uzakta Güneş’in ışığıyla kaynar gibi, titrer gibi parlayan boğaz, Boğaziçi, o mavi şerit bahadırlık kılıcın için bir firuze kemer olacaktır…”

      Bu mevizeden5 sonra Alparslan, hiçbir muhayyilenin tasavvur edemediği bu mehabetli manzaraya bir güneş azametiyle baktı, baktı, baktı… Ve diz üstü çökerek annesinin iki eline sarıldığı zaman ağaç da kımıldadı ve sarsılarak göklere doğru yükseldi ve şimal tarafına doğru uçmaya başladı.

      Ak ayının makteli hizasında ağaç yere ineceği sırada kırmızı harmani içinde Türkân Hatun’un hayali de sönüveren bir alev gibi kayboldu.

      Alparslan, avula döndüğü vakit meydanda yurt kızlarının şarkılar söyleyerek raksettiklerini gördü. Alp’in, bu Türkler ve Tatarların babasının bu sabah doğan ilk oğlunun bayramını yapıyorlardı. Arslanı küçükken göklere kaldıran kartala telmihen bu çocuğun adını “Tuğrul”