Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Çağlayanlar


Скачать книгу

girince, ortada, büyük kanepenin üstünde uzun hırkasıyla, oyalı başörtüsüyle, esmer, değirmi çehreli, şişman, kısa boylu, elli yaşlarında bir hanımın, henüz son darbenin tesiriyle zilleri titreyen, elindeki defe dayanarak doğrulup bana selam verdiğini görür görmez irkildim. Odaya girmekte tereddüt ettim. Ev sahibi: “Buyurun, buyurun!” te’kidiyle:

      “Pembe Hanım bizim ninemizdir; ruhumuzun ninesidir.” dedi.

      Pembe Hanım “gün görmüş, yaş yaşamış” bir nezaketle Turgud’un bu huluslarına mahviyet göstererek mukabele etti.

      Tefi okşarken boynunu büktü. Akçıl saçlarına rağmen işveli bir tavır aldı. Gözleri yarı kapalı olduğu hâlde beyaz dişlerine çarparken dalgalanıp iri dudaklarının ihtizazlarıyla titreyen gür ve gürbüz, tatlı ve yanık, düşündürücü ve uyuşturucu bir ses nazlı nazlı başlayarak, perde perde yükselerek, ruhların en karanlık köşelerine kadar süzülerek zaman zaman kemanın inleyen ahengiyle dudak dudağa geliyor; bir kumru muaşakası letafetiyle, gözlerde bulut şeklinde ümit ve hayal kümeleri hasıl ediyordu.

      Ey ah söyle! Zahm-ı dilimden zebanım ol

      Ey çâk-i sîne! Nüsha-i şerh-i beyânım ol

      Ey eşk-i dîde! Ben diyemem yâre derdimi

      Sen rûy-i zerdem üzre gelip tercümanım ol

      Köşedeki kanepenin üstüne bağdaş kurmuş uçuk benizli, süzük gözlü, ince boyunlu, karışık saçlı, redingotlu zayıf bir efendi elinde tuttuğu bir küçük gonca gülü koklarken gözlerini sıkınca onun sarı yapracıkları arasına iki damla yaş damladı. Yüreğinin gizlilikleri musikinin ateşi karşısında erimişti.

      Şimdi aşkın en buhranlı hummalarını, iştiyakın en acı dakikalarını; kemanın yanık titreyişlerini, inleyişlerini yüreklere tattırdıktan sonra, arzuların, hayallerin hiçlikleri kıvrıla kıvrıla birbirinden zayıf, birbirinden ince bir iki damla nağmede toplanıyor; uçuyor, sendeliyor, düşüyor… Kayboluyordu.

      Artık gözlerin önünde görünmeyen, yalnız duyulan birtakım dağınık saçlar… Yumuşak eller… Yaşlar… Gülüşler… Uzun kirpikler… Ateşli gözler… Öpen dudaklar karmakarışık uçuşuyor ve ıraklara dalan nazarlar, kendilerine ait bir hayalin karşısında titreyerek yalvarıyordu.

      Üstat bir elde çarpan mızrabın darbeleriyle ağlayan udun göğsünden gelen, iniltilerden teşekkül eden bir suzinak taksimi, zaten açılan yüreklerin esrarını çehrelere daha ziyade aksettiriyordu. Eller çitişmiş, gözler dalmış, boyunlar bükülmüştü.

      Bu sükûnet içinde, yalnız, kanepenin köşesinde dizlerini birbiri üstüne koymuş, sakalı bıyığı tıraşlı, saçları ortadan ayrılmış bir genç, Doktor Pertev Bey gömleğinin kolalı kollukları arasından çıkardığı ince, keten mendiliyle yüzünü silerken, sıkıldığını anlatırcasına sırıtıyor; musikinin bu meclise verdiği tesire karşı hayret ettiğini izhar eyliyordu.

      Sûzinâk faslının eski yeni şarkıları birbirini takip ederken bu hâle gülen doktor, gezinmeye başladı. Sanıyordum ki bana bir şeyler söylemek istiyordu.

      Fasıl bitmişti. Lakin, Pembe Hanım’ın neşesi bitmek bilmiyordu. O demin ağlayan zayıf efendinin elindeki gülü görmüştü. Yan gözle onu diğerlerine işaret etti. Ve Kemani Sûzi Bey’e usulca: “Nihâvent yap.” dedi ve eline çiçeklikten bir pembe gül aldı. Uzun bir “Ah!” çekti; yanık bir “Medet!” dedi. Gözlerini süzdü ve derin bir aşk ile okudu!

      “Gülüm şöyle, gülüm böyle! Demektir yâre mu’tâdım.”

      “Sever canım seni ey gül! Ki canana hitabımsın.”

      Zayıf efendi yerinden fırladı. Sağ kolunu havaya kaldırıp indirerek bağırıyordu: “Yaşa Pembe! Var ol Pembe! Nur ol Pembe! Dert görme Pembe!” Pembe Hanım bu alkıştan memnun oldu. Başörtüsünün çenesinin altına gelen katmerlerini düzeltti, örtünün uçlarını cilvelerle arkasına attı. Neşesinin tesiriyle sesi titredi. Dudaklarıyla, gözleriyle gülerek bir küçük temenna ile “Teşekkür ederim.” dedi.

      Hanende Pembe Hanım, İstanbul’un zevk âlemlerinde meşhur bir simadır. Yenibahçe’deki evinin kapısı, gün geçmez ki kendisini bir eğlentiye davet için çalınmasın. Davudi sesi, şetareti, terbiyesi kendisini hem kadınlara hem erkeklere sevdirmişti. Pembe tazeliğinde de güzel değildi. Bazen itiraf ederdi, sedasındaki letafet, çehresinde de olaydı, sesiyle ağlattığı kadar gözleriyle de ağlatabilirdi.

      Doktor Pertev Bey, bir iskemle çekti. Yanıma geldi. “Bizim musiki hakkındaki fikriniz nedir?” dedi.

      “Musikimiz, bizim durgun ruhumuzun, sakin düşüncelerimizin, uçuk benzimizin tercümanıdır.”

      “Musikimizi sever misiniz?”

      “Severim.”

      “Garp musikisini?”

      “Onu da severim. Birini duyduğum, diğerini anladığım için beğenirim.”

      “Ben musikimizi sevmem. Çünkü ihsas ettiği mana daima birdir: Yeis… Şarkın bütün makamlarında, fasıllarında bir ikinci mana aramak beyhudedir. Perde perde kara bir yeis. Nağme nağme akan bir yaş. Fakat ben daima ne meyus olurum ne de âşık… Aşkın bile ümidi var, visali, hicranı var. Çiçeklerin, fırtınaların, kelebeklerin, aslanların, zelzelelerin, şafakların, hiddetlerin, yalvarmaların da musikisi olabilir. Bütün bunların fırça ile tersimi, kalem ile tasviri olduğu gibi musiki ile de tegannisi olmalıdır. Şark musikisi bunlardan bahsedemiyor. Bana ne bir saadet kokusu koklatıyor ne de hiddet ateşi gösteriyor. Ben musikimizle ne göğsümü gererim ne kollarımı sallayabilirim ne de zihnim açılır; yalnız boynumu bükerim, dimağım örümceklenir. Musikimizin verdiği yeis o derece kâfidir ki bazen bizi ya intihara veya cinayete sevk eder. Köylerde kadın yüzünden çıkan kavgaların sebeplerini görgüsüzlükte, alkolde aradığımız kadar musikimizin tesirinde de aramalıyız.”

      Doktorun bu iddiaları başta Pembe Hanım olduğu hâlde kemani, udi, tamburi beylerin cümlesini birden coşturdu. Artık itirazlar, techiller, istihzalar, hiddetler birbirini takip ediyordu.

      “Siz musikimizi bilmiyorsunuz.”

      “Birkaç gün Fransa’da kalmakla kendi vatanındaki güzellikleri görememek körlüktür, nankörlüktür.”

      “Garp musikisi sunidir, kalpten gelmez.”

      “Wagner bir koca davul, Beethoven bir boş tenekedir.”

      “Nihaventten pek güzel opera olur.”

      “Şark nağmelerinin inceliklerini piyano ihtiva edemez.”

      “Karcığardan çıkan mana da yeis midir?”

      Şimdiye kadar ancak fikrine sahip olanlarda görülen bir itidal ile sükût eden Pertev Bey: “Hayır.” dedi “Bizde raks da yoktur.” Bu inkâr, odadakileri yine harekete geçirdi. Demin gül koklayan zayıf efendi de işe karıştı:

      “Ah.” dedi. “Ah! Gülistan burada olmalıydı. O zaman sizde raksı, musikiyi inkâra mecal kalır mıydı?”

      Pembe Hanım da atıldı: “Ben sizin yerinizde olsam şimdi Gülistan’ı bulur, bu dinsiz doktoru imana getirmeyi ona bırakırdım.” diyordu. Karar verilmişti. Gülistan çağrılacaktı. Udi ve tamburi beyler bu işe memur oldular. Ve hemen paltolarını giyip çıktılar. Ev sahibi dava vekili Turgud Bey de bu sırada kolları arasındaki bir kucak elbiseyi ortaya bıraktı. Bunlar camadanları, dizlikleri, dolakları, sırmalı cepkenleri, hilali gömlekleri, pullu başlıkları, ipekli şalvarları, işleme pabuçları ile kadın erkek zeybek libasları idi. Bunları Aydınlı Yavuz Bey’le, Sirozlu Gülistan giyeceklerdi.

      Doktor