bu konularda uyarı yapmaya ihtiyaç var. Söz konusu rant olunca kamunun yararı dikkate alınarak yeri geldiğinde detaylı bilgilendirme yapmak lazım. Para hırsı, insanların gözünü karartmış. Hırsına kapılıp gözünü karartan para kazanıyor. Rant ekonomisinden Türkiye olumsuz etkileniyor. Ondan sonra Ali Babacan bağırıyor: Geçmiş ola! İnşaat sektöründe öyle bir rant var ki, elinde parası olan sanayiye yatırım yapmak istemiyor. Mesela bir vatandaş ben rüzgâr enerji santrali kurmak istiyorum dediğinde onun kuracağı santralin makinesi de Türkiye’de yapılsın. Makineyi dışarıdan almasak çok daha faydalı olacak bu yatırım. O santrale yatırılan para ancak 8-9 senede geri dönüyor. Kârlılık çok geç başlıyor. Çünkü paranın çoğu makineye gidiyor. Oysa aynı miktardaki bir yatırım inşaat sektöründe 3-4 yılda geri dönüyor. Rant ekonomisi, yatırım ekonomisini boğuyor. Dolayısıyla hiçbir şeyin fizibilitesi yok, sadece rant var. Vatandaş bunu bilmez. Vatandaş arsayı alıp inşaat yapıyor, satıyor. Vatandaş o kadar biliyor. Ama devleti yönetenler bunu bilmiyor.
Belki de bilmezden geliyor.
Hayır, kendileri de aynı metodu kullanıyorlar. Ankara’da bir sürü dedikodu yapılıyor. Yaratılan rantı siyasiler bir yerlerde paylaşıyorlar. Bakıyorsun Ankara’nın en güzel yerlerinde milletvekilleri ortak bina almışlar. Kaç yerde var bunun gibi!
Peki, bu sürdürülebilir bir şey mi?
Ali Babacan, “Türk ekonomisinde sermaye birikmiyor, birikmediği için de kalkınmaya gitmiyor!” demişti. Peki, sermaye nereye gidiyor? Sermaye çimentoya, tuğlaya gidiyor. Hâlbuki Türkiye’nin dış ticaret açığı var. Yüksek katma değerli ürünler üretilemediğinden yakınılıyor. Yüksek katma değerli ürünlere geçemezsin ki. Kolay para kazanmak varken niye zahmetli yatırımlar yapsın iş adamları. Hazır büyükşehirlere akın akın gelen insanlar var. Şehirlerde konut ihtiyacı bitmiyor. Pazar büyük. Yaptığın ev elinde kalmıyor. Hem yaparken kazanıyorsun hem arsa rantından kazanıyorsun. İmardan evvel arsayı üç kuruşa alıyorsun, imar geçince 13 kuruşa satıyorsun. Verdiğinin dört misli, beş misli para sana kalıyor. Böyle bir kazanç varken adam neden gidip geri dönüşü yıllar alacak katma değeri yüksek yatırıma yönelsin?
İngiltere’nin sanayileşme süreci gözden geçirildiği zaman İngilizlerin dünyayı pazar olarak gördüğü anlaşılır. İngiltere’nin pazar anlayışı Osmanlı’yı parçalayan etkenlerden biri. Şimdi de biz kendi elimizle kendimizi arsa ve inşaat rantı üzerinden yeniden mi parçalıyoruz?
İnşaat sektörü, istihdam öncelikli bir sektördür. Kalıcı kalkınma sağlamaz. Aksine Türkiye’nin kalkınmasını engeller. İnşaat sektörünün hızlı yükselişi, Türkiye’nin kalkınmasını akamete uğratıyor. Şimdi Türkiye’de büyük bir müteahhit kesimi var. Türk müteahhitleri, dünyada iki veya üçüncü sıradalar. İş de biliyorlar. Başladıkları işleri bitirme kapasiteleri çok yüksek. Rusya’nın en başarılı müteahhitleri Türkler. Neden? Bizim inşaat sektörüne ilişkin ihracatımız da var. Çünkü o alanda çok büyük üretim kapasitesine sahibiz. Amerika’yla rekabet edebiliyoruz. Dünyada da inşaat pazarı çok büyük. Bu pazardan dolayı inşaat sanayisi de çok büyük. Bataryadan fayansa, evyeden parkeye kadar o kadar geniş bir üretim kolu var ki… Eğer dikkat ettiyseniz fayans fiyatları hiç artmıyor. 10 senedir fiyatlar aynı. O kadar çok üretim var ki maliyetleri giderek düşüyor. Üstelik pazarda rekabet de var. Türkiye bu ürünleri ihraç ediyor. Ama yükte ağır, pahada hafif ürünler…
Türkiye bu fasit daireden nasıl çıkacak?
Bunun için rant ekonomisinden kurtulmak lazım. İmar bilgileri, müteahhitlerin değil, devletin elinde olmalı. Arsayı müteahhide devlet vermeli ve imarlı arsayı kimseye sattırmamalı. İmar yapılan bölgede arsa alım satımını kamulaştırmalı. Kamulaştırdıktan sonra arsanın satışından doğan rant devletin kasasına konmalı. O zaman arsa ve inşaat spekülatörü diye bir şey kalmaz. O alan kârlı bir iş olmaktan çıkar. O zaman normal kârlarla sektör çalışmaya başlar. İnşaat mı yaptın? Yatırdığın parayı aynı sanayide olduğu gibi 10 sene sonra alabilirsin. O zaman yatırım sanayiye yönelir. Bu, siyasetçilerin işine gelmiyor. Bundan dolayı belediye başkanlığı seçimi, siyasetçiler için kıran kırana bir yarışa dönüşüyor.
Yerel yönetimlerde böyle sefil bir üslup olabilir. Şehirleri mahveden, yaşanmaz hâle getiren, aynı zamanda pahalı konut mantığı. Bu durum şehirleri berbat ediyor.
Çok pahalı konutlar yapılıyor. İyi bir mimari çalışma yapılarak bir şehir mimarisi oluşturulabilir. Kimse evlerin mimarisiyle ilgili kafa yormuyor. Ev mimarisi tamamen serbest bırakılmış. Oysa belediyelerin silüet çalışması yapması gerekiyor. Bunun için çalıştay yapılabilir. Mimarların, iç mimarların, şehir planlamacılarının, mühendislerin, sanatçıların ve bu işe kafası çalışan kim varsa onların fikirleri alınabilir. Ondan sonra ortaya çıkan fikri uygulamaya koyarsın. Gidin Çukurambar Mahallesi’nin hâlini görün. Evler kapanın elinde kalıyor. Birkaç yerde boşluk var. Oralar da dolduğu zaman insanlar arabalarını park edecek yer bulamayacaklar.
Aynı şey bütün şehirlerin ana arterleri için geçerli. Gaziantep, Adana farklı değil.
Çukurambar Mahallesi çok daha kötü. Gökdelenler dikiliyor. Gidin park yeri bulabilir misiniz? Bir süre sonra yollarda araçlar ilerleyemez hâle gelecek. Şehri bu hâle getiren de belediye yönetimidir. Ama insanlar orayı yaşanmaz hâle getiren belediye yönetimini tekrar tekrar seçiyor.
TÜRKİYE’NİN YOKLUK VE YOKSULLUK YILLARI
Şimdi buradan isterseniz biraz hızlıca Millî Görüş geleneği içerisinde yetişmiş teknokratlar dönemine dönelim. Siyasetle aranıza mesafe koyduğunuzu biliyorum. 28 Şubat Süreci’nde rahmetli Erbakan Hoca’nın başdanışmanlığını yaptınız. Bu anlamda siyasete uzak ama harekete çok yakınsınız. Teorilerinizle, projelerinizle siyasetin tam ortasındasınız. 1950-1960’lı yıllar Türkiye’nin yoksulluk içerisinde olduğu, iktisadi zorlukların yaşandığı bir dönem. Ama aynı dönemde Almanya, Güney Kore ve Japonya başta olmak üzere dünyada yeni bir kalkınma dili inşa ediliyor. Siz Türkiye’nin bu sürece ayak uydurmasının önündeki engellerin neler olduğunu gördünüz mü?
1950 ile 1960 arası Menderes hareketi var. Pek çok nedenle insanlar o dönemde Demokrat Parti’yi tercih etti. Bir numara Adnan Menderes’ti. “Yeter, söz milletindir!” diye meydanlara çıkmışlardı. Onun gittiği her yer insanlarla doluyordu. İnsanlar İnönü zulmünden kaçmak için Menderes’e sığınmıştı. Rahmetli babam der ki: “Bir bekçi gelmiş olsa kaçacak delik arardık.”
Benim çocukluğumda nüfus kâğıdı şeklinde karneler vardı. 1 kilo şeker verir misin? Gaz yağı verir misin? Bir yandan ülkede kıtlık var, diğer yandan devlet insana nefes aldırmıyor. Menderes serbest piyasa ekonomisine kaydı. O dönemde CHP ileri devletçiydi. DP Dönemi’nde teşebbüs hürriyetinin birinci adımı atıldığı için iktidar değişti. O zaman altyapıda çok eksiklik vardı. Hemen yol yapım çalışmaları başladı. Hem şehirlerarası hem şehir içi yolların yapımına girişildi. İstanbul’da Vatan Caddesi, Millet Caddesi o tarihlerde açıldı.
Burada bir şey hatırlatayım; Menderes, İstanbul-Ankara arasında arabayla giderken benzin istasyonu olmadığı için şoförleri arabanın bagajında iki büyük bidonla yakıt bulundururmuş. Yani başbakansınız, araba seyir hâlinde ama İstanbul-Ankara arasında benzin istasyonu yok.
Ne kadar feci bir durum değil mi? Maalesef Türkiye o kadar gelişmemişti ki yollarından araba geçmiyordu. Şimdi kilometre başı benzin istasyonu var. O zaman hatırlarım, 1 varil petrol 2,5 lira idi. Yeter ki araç olsun da yakıt satalım diye benzinlikte insanlar