M. Turhan Tan

Cinci Hoca


Скачать книгу

padişahlık istemiyor mu?”

      Kapı ağası boyun kırdı, duyduklarını anlattı:

      “Beli sultanım, istemiyor. Tespih çeker gibi boyuna istemem, istemem, istemem diyor.”

      Tombul dul, kamçılanmış gibi bir hızla yerinden sıçradı:

      “Kardeşinin ölümüne inanmamış, tuzağa düşmekten korkmuş olacak. Bari ben gideyim de aslanımın korkusunu gidereyim.”

      Biraz sonra o, saray ağalarını ve iç oğlanlarını ardında yürüterek şehzadeye mahbeslik eden dairenin, tarihî adıyla kafesin önüne gelmişti, içeriden sürmeli kapıyı açtırmak için yalvarıyordu:

      “Oğlum, aslanım, kapıyı aç, gelen benim, ananım! Sana diyeceğim var.”

      Oturduğu minder üzerinde kımıldamayı bile külfet sayan İbrahim, diline doladığı nakaratı tekrar etti:

      “İstemem, istemem, istemem!”

      Kösem, tahtın eşiğinde deliliğini ilan eden oğlunun bir felakete sebep olacağını düşünerek titizlendi, yumuşak ve okşayıcı bir eda ile konuşurken sesini sertleştirdi.

      “Aslanım…” dedi. “Başın sağ olsun, kardeşin öldü. Gel, çık!”

      Cevap, aynı teraneden ibaret kaldı:

      “İstemem, istemem, istemem!”

      Ağalar ve iç oğlanları dudaklarını ısırarak birbirlerine bakışıyorlardı. Valide sultan, mecnun bir padişaha şimdiden saygısızlık hissettiren bu bakışlardan ağır bir ızdırap ve ağır bir hicap duydu, kendisinin deliliğe de tahakküm edeceğini anlatmak için pervasız davranmaktan başka çare bulamadı, ağalara demir kapıyı göstererek emir verdi:

      “Kırın!”

      Dışarıdan hücum, içeriden feryat başlamıştı. Osmanoğulları tarihinde eşi olmayan bir sahne yüz göstermişti. Bir deliyi zorla tahta çıkarmak isteyenlerle mahpusluğu sultanlığa tercih eden o deli, önünde ve ardında yer aldıkları demir kapıyı mihver yaparak boğuşuyorlardı. Nihayet kapı kırıldı, anayla oğul yüz yüze geldi.

      Bu, bir yandan acıklı, bir yandan da gülünç bir karşılaşmaydı. Saçı güllü, göğsü kıllı, çakşırı düşük şehzade, kollarını ileri uzatarak boyuna “Gelmeyin, gelmeyin!” diye haykırıyordu. Başı örtülü, yeşil gözleri -hiddetten- pırıltılı ana, kucağını açarak ve sesini yumuşatmaya çalışarak “Gel aslanım, gel civanım.” zemzemesiyle onu yakalamaya çalışıyordu.

      Saraylılar dışarıda kalmışlardı, yalnız kapı ağası valide sultanın yanındaydı. Ortada cellat, kement ve kılıç yoktu. Buna rağmen şehzade “İstemem, istemem, istemem!” diye çırpınmakta, geniş mahbesin bir köşesinden öbür köşesine kaçmakta ısrar ediyordu.

      Kösem, bu kaçıp kovalama oyununun uzun süreceğini anladığından padişahlara köle elinin değmeyeceği, değemeyeceği hakkındaki saray kanununu -o an için- ayak altına aldı, kapı ağasına fısıldadı:

      “Yakala, incitmeden tut, koluna gir.”

      Ve deli şehzadenin yakalanmasıyla beraber kendisi de koştu, sağ koluna girdi.

      “Aziz başına…” dedi. “Ant içiyorum. Kardeşin öldü.”

      O, nemli gözlerini anasının yüzüne dikti, gamlı gamlı baktı, uzun uzun inledi:

      “Siz bana mekr-ü al edersiz,4 canıma kıymak dilersiz. Bana saltanat gerekmez. Kardeşim sağ olsun.”

      Geri geri çekiliyor, dışarı çıkmamak için bütün kuvvetiyle çırpınıyordu. Kösem bu vaziyette dil dökmek, mantığa başvurmak zorunu duydu, delinin güllü saçlarını okşayarak anlattı:

      “Kardeşin sağ olup da seni öldürtmek istese beni mi yanına yollardı?.. Haydi yolladı diyelim. Allah etmesin! Allah etmesin, sana kıyılacaksa koluna girip dışarı çıkarmak neden?.. Cellatlar gelirdi, boynuna kement atılırdı, kârın tamam olurdu. Mademki bunlar yapılmıyor, demek ki kötülük yok. Sen de kölelerine, kullarına karşı gülünç olma, padişahlığını takın, taşra çık, neredeyse vezirler, hocalar, ocak ağaları elini öpmeye gelecek. Onlar da bu hâlini duyup üzülsünler mi?”

      Deli gencin gözü önünde hep korkunç kardeşinin kanlı gözleri, sert çehresi dolaşıyordu ve korkudan ayaklarının bağı çözüldüğü için ileriye doğru adım atamıyordu. Anasının sözlerinden biraz ümide düşmüş, kardeşinin öldüğüne inanmaya meyletmişti. Lakin göz bebeklerine yapışan kardeş hayalini bir türlü uzaklaştıramadığından yine durduğu yerde kalıyordu. Yalnız bağırmıyordu, çırpınmıyordu, hatta “istemem” bile demeyerek dört yanına bakınıp duruyordu.

      Kösem onun aklını başına getirmek, korkusunu gidermek, yürümesini mümkün kılmak için son çareye başvurdu.

      “Aslanım…” dedi. “Kendiniz varın, nazar eylen. Ölü, rahat döşeğindedir. Teneşire konmak için iradeniz bekleniyor.”

      Bu tavsiye, onu biraz daha ümitlendirdi, diz bağlarına kuvvet verdi. Şimdi geriye kaçmaktan ziyade ileriye gitmek temayülü gösteriyordu. Fakat yine tereddüt, telaş ve korku içindeydi. İki adım ileri atıyorsa bir adımını mutlaka geri alıyordu. Kendisini koltuklayan kadında da erkekte de tahammül kalmamıştı, için için homurdanıyorlardı, ter içinde bunalıyorlardı.

      Eğer Osmanoğulları’ndan başka bir şehzade daha bulunsa Kösem Sultan bu zahmetlere şüphe yok ki katlanmayacaktı, süt emer bir hâlde de bulunsa onu şu delinin yerine oturtacaktı. Fakat Sultan Murat üç kardeşini boğdurtmak suretiyle saltanatı bu mecnuna bırakmış bulunuyordu. Sadrazamın, şeyhülislamın, ocak ağalarından birinin padişahlığa geçmemesi için şu korkak, şu sarsak, şu deli gencin her densizliğine tahammül etmek gerekti.

      Bununla beraber kapı ağası da Kösem de işi zora çevirmişlerdi. İnatçı deliyi sürüklemeye koyulmuşlardı. Dışarıdaki kalabalığın cellatça değil, kölece davranmaları, yerlere kapanıp saygı göstermeleri İbrahim’e derece derece yürek pekliği verdiğinden sürüm işi artık kolaylaşmıştı. Mahbesten adım adım uzaklaşmak mümkün olmuştu.

      Deveye hendek atlatanlar yüreklerinde açılan tebessümü hazma çalışarak, hendek atlayan deve de bön bön bakınarak yürüyorlardı. İç oğlanlarının uzun entarileri yelpazelenmiş, ağaların pembe kürkleri kahkahamsı bir inşirahla açılıp kapanmaya başlamıştı. Deliyi kafesten çıkarmak, tahta doğru yürütmek herkesi sevinç içinde bırakmıştı. Henüz sevinmeyen deliydi, o da yüreğini neşeye açmak için son tereddüt dakikalarını yaşıyordu.

      İşte bu sırada ve ağalarla iç oğlanlarının deliye itimat telkin etmek kaygısıyla sık sık alkış savurdukları esnada kapı ağasının gözü ilerideki demir kapıya uzandı ve yüzüne telaş gölgeleri yayıldı. Kapıda dev cüsseli bir adam duruyordu.

      Kapı ağasının şu görüşle telaşa düşmekte hakkı vardı, çünkü korkunç endamını demir kapı önünde şahlandıran adam sakallıydı. Hâlbuki harem dairesinin bu kısmına ve bilhassa şu demir kapı önüne bostancıbaşılardan başka hiçbir sakallı şahsın gelmesine imkân yoktu. Bostancıbaşılarsa ancak kafaları koparılacak kimseleri yakalamak için oraya gelebilirlerdi.

      Deli İbrahim de manalı ve manasız bütün saray âdetlerini bilenlerdendi. Sıhhati bozuk, idraki gevşek, iradesi zayıf bulunmasına, okuyup yazması son derece kıt olmasına rağmen yıllardan beri içeride yaşadığı kafeste, kendisiyle temasa mezun olanlardan o âdetler üzerine ders alıyordu. Bu sebeple demir kapı önünde sakallı bir adam görünce yeni baştan korkacak,