içinde yüz bin kişi öldürttüğü rivayet olunuyordu.
İşte halk, böyle bir padişahtan kurtulmuş olmak sevinci içinde yeni hünkârın huyuyla, âdetiyle alakalanmayı hatıra getirmiyordu. Çünkü Sultan Murat gibi bir dâhiyeye13 Allah’ın bile bir eş yaratamayacağına inanıyorlardı. Ne kadar fena ve ne kadar zalim olursa olsun İbrahim’in, kardeşine nispetle çok iyi, çok merhametli, çok adil olacağını umuyorlardı.
Bu umumi sevinç, bu umumi kanaat yüzündendir ki şairler, sayfa sayfa cülusiyeler düzüyorlar, yeni devri -halkın duygularına tercüman olarak- alkışlıyorlardı. Fehim adlı bir üstat, yer yer ve taraf taraf yapılan şehriayinleri tasvir ederken Murat’ın ölümüne, İbrahim’in cülusuna ebcet hesabıyla şu tarihi düşürmüştü:
Azmi ukba eyleyüp Sultan Murad-ı Cem
Himem eyledi Sultan İbrahim-i dara-fer cülus.
Sarp dağları binbir zahmet çekerek aştıktan sonra düzlüğe inmek neyse Sultan Murat’ın pençesinden kurtulup kardeşi İbrahim’in idaresi altına girmek de oydu. Daha doğrusu elli milyon insanın zehabı bu şekildeydi ve ondan dolayı da İstanbul’dan, Budin’den Yemen’e kadar uzayan imparatorluğun her şehrinde, her kasabasında, her köyünde tellallar “Devlet ve memleket Sultan İbrahim’indir!” diye bağırırken herkes “Çok şükür ey ulu Tanrı, çok şükür!” diyerek sevincinden secdeye kapanıyordu.
Sultan İbrahim işte bu hissî dekor içinde avrat pazarını kurmuş, sekiz yüz kadın arasında tarihin duymadığı işler görmeye koyulmuştu. Takındığı kılık bile orijinaldi, kendi icadıydı. Kızlar, bilhassa onun, samur kürkü ters giymekten ibaret olan bu kılığına bayılırlar ve etrafına küme küme yığılıp “Ne güzel, ne güzel!” diye el çırparlardı.
Fakat bu tersine çevrilen kürkler, Türk ilinde ve Osmanlı hazinesinde bulunan elmasların en güzelleriyle baştan aşağı donandığından müthiş bir kıymet taşıyordu. Her birinde yirmişer kopça vardı ve bunların tanesi, bugünkü rayice göre, bin beş yüz liraya mal oluyordu.
Avrat pazarı kurulup da alışveriş başladıktan sonra deli hünkâr, çiçek sevgisine de germi vermişti.14 Eski padişahların sarıkları arasına sokuşturdukları mücevher sorguçları atarak saçlarına, kulaklarının ardına çiçek takıyordu. Kızlar, çelenk veya demet hâlinde olmayıp dağınık şekilde taktığı çiçeklerle başını garip bir biçime sokan hünkârın bu maskaralığını yüksek bir zarafet gibi alkışlar ve bazen daldan koparıyorlarmış gibi işveli bir ihtimamla gülleri, karanfilleri, laleleri herifin saçından çıkarıp sıra ile kokladıktan sonra yine yerine asarlardı.
İbrahim’in bu hayvani hayat içinde kafasından atamadığı iki büyük kaygı vardı: Kâşiflik, babalık… Başını çiçeklerle ve her gün yeni bir biçimde süslemekle; sabah oyunlarında başka, öğle çılgınlıklarında başka, gece kepazeliklerinde başka kılığa girmekle; sekiz yüz halayığı her gün yeni bir tasnife tabi tutmakla kâşiflik kaygısını geniş mikyasta tatmin edebildiği hâlde yine memnun değildi. Hiçbir hükümdarın yapamadığı işleri başarmak, kimsenin hatırına gelmeyen şeyler yapmak istiyordu.
Bu düşünce onu gerdek değiştirmek hevesine sürükledi, köşkler ve odalar yaptırmaya girişti. İlkin Bağdat Köşkü’nün yanına bir şahnişin, sonra Revan Odası önüne büyük bir hücre kurdurdu. Bir yandan denize, bir yandan havuza bakarak eğlenmeyi bu suretle temin ettikten sonra sekiz yüz kadını bütün saray odalarına üçer beşer serpmek ve en güzellerini o şahnişinle o hücreye koymak usulünü çıkardı. Her gün kadınların serpiştirilmiş bulunduğu odaların adlarını yahut yerlerini küçük pusulalara yazdırarak takkesi içine kordu, kura usulüyle hangi odadan ziyarete başlayacağını tespit ettikten sonra akşama kadar kapı kapı dolaşır ve nihayet Revan Odası önündeki hücrede baygınlaşıp kalırdı.
Bu odaya gelişi, avrat pazarındaki çılgın hayatın en kıvrak bir sahnesini teşkil ederdi. Çünkü orada bir havuz vardı ve sekiz yüz kadın arasından seçilen on halayık efendilerini bu havuz içinde istikbal ederlerdi.15 İbrahim, ayakta duracak kadar kendine malik ise renk renk saçlarını bir atkı gibi açarak, bir ağızdan şarkı okuyarak birer su perisi yahut sudan tulu eden on Venüs gibi kendini karşılayan halayıklarına iltifat etmekte bir saniye bile tereddüt etmez, başındaki çiçeklerle ve üstündeki elmas çaprastlı, elmas düğmeli kürkle havuza atılıverirdi.
O, kura ile sıraya konmuş muhtelif gerdeklerden yorgun ayrılmış ise su perilerine bu iltifatı yapamazdı, melul melul kendilerini süzdükten sonra “Odaya gelin, odaya gelin.” diye mırıldanarak köşke çekilip ıslak Venüslerin sudan karaya uçuşlarını seyre dalardı.
O şahnişinin, o köşkün yapılmasında mimar ve işçi olarak çalışanlar, yapı masrafını ödeyenler, nasıl bir maksada hizmet ettiklerini, şüphe yok ki, akıllarına bile getirmemişlerdi. Ondan dolayıdır ki İbrahim’in daimî gerdek olarak kullandığı bu odaların tavanlarına, duvarlarına, pencerelerine ciddi mahiyette birçok şiir işlenmiş ve deli adam uzun uzun övülerek göklere çıkarılmıştı.
Bu gafletle bizzat İbrahim eğlenmekten geri kalmazdı. Musluklardan akan suları, nefis dudaklarından süzülen zevk zemzemlerini duymaktan ve emmekten gına getirip de sinirlerini biraz dinlendirmek istedikçe bu şiirleri okuyup yahut okumak bilen halayıklara okutup kahkaha mevzusu yapardı.
“Kahkaha mevzusu” tabirini İbrahim’in şiirlerle istihza etmesi bakımından kullanıyoruz. Yoksa bu hâlette kızıl bir cehlin de sırıtması mündemiç olduğu için romancının makûs tabirler kullanması daha doğru olur.
Evet, İbrahim, belki de samimi bir duygu ile yazılan, sanatkârlığa saygı gösterilmiş olmak kaygısıyla da köşklerin her yanına altın yazı ile nakşolunan bu şiirlerle eğlenirken cehlini açığa vururdu. Çünkü şiirleri düzgün okuyamazdı, şairin ne demek istediğini anlayamazdı. Yalnız kendine adil, merhametli, cömert gibi sıfatlar isnat olunmasını gülünç bulup kahkahalar savurur, kızları da bu kahkahalar yüzünden kahkaha atmak zorunda bırakırdı.
Onu, en çok güldüren şu manzum parçaydı:
Hazreti Sultan İbrahim’i âli-menzilet
Hâmii dini Muhammed, sahibi hulki azim,
Oldu halkı âleme eyyamı eyyamı behar
Cümle dünyaya vücudu rahmeti rabbi rahim,
Hulku hılkında Huda ihsanın etti aşikâr
Hem mühibü hem cemilü hem selimü alim.
Çünkü Hz. Muhammed’e asla muhabbeti yoktu. Vaktiyle babası tarafından Medine’ye gönderilen elmasları getirip bir halayığa vermek yahut kürklerine takıp takıştırmak için fırsat bekliyordu. Sonra halk kelimesinden sinirlenirdi. Onun düşüncesine göre halk manasız bir kalabalıktan ibaret olup Allah’ın bütün mahlukatı kadın olarak yaratmaması ve bu milyonlarca kadını kâinatın biricik erkeği olmaya layık olan mübarek nefsine tahsis etmemesi de fahiş bir hataydı. Fakat Allah’ın padişahlardan büyük olduğuna -sürekli telkinlerle- inanmış olduğundan yeryüzünde kendinden başka erkek yarattığından dolayı Allah’a karşı beslediği kırgınlığı açığa vurmaktan çekinirdi, kızları başına toplayıp -yarım yamalak okuyabildiği- şiirleri tezyif ederken16 istihzalarını hep halka hasretmeye çalışırdı.
Tarih, her müstebitin hayatında halkı hiçe sayan bir zihniyet kaydeder. Milletleri istibdat boyunduruğu altında inleten fermanfermalar arasında halkın haklarından