yayılan korkuyu bir türlü söküp atamadığı ve dev cüsseli vezirin şahsında kardeşi Sultan Murat’ın mehabetini sezip için için titrediği cihetle nefretini açığa vuramıyor, yeni bir sadrazam aramaya kalkışamıyordu.
Bazen kendi kendini cesaretlendirmek ister, “Ben padişah değil miyim?” diyerek zayıf boynunu diker, sadrazamın hayaline kafasında diz çöktürterek muhayyel cellatlara idam hükmünü haykırırdı. Fakat Kara Mustafa Paşa ile yüzleşir yüzleşmez o kuruntuların izi bile dimağında kalmazdı, yüreğine bir ürküntü yayılırdı ve vezir ne derse “Peki, peki lala!” cevabını verip onunla karşı karşıya kalmaktan kurtulmaya çalışırdı.
Sadrazam, kadıncıl padişahın devlet işlerine kayıtsız kalışından da sinirlenip duruyordu. Bazen kendini tutamayarak onu tekdir ettiği bile vardı. Mesela bir gün, Lehistan’la Rusya’nın ittifak etmek istediklerini ve böyle bir vakanın Osmanlı İmparatorluğu’nun menfaatlerine uygun düşmeyeceğini padişaha anlatırken deli herif, kulağından çıkardığı gülü uzun uzun koklayarak sormuştu:
“Lehlilerin mi, Rusların mı kızları daha güzeldir lala?”
Sadrazam, bu laubalilik önünde kendini tutamadı.
“Burada…” dedi. “Kızın, kısrağın yeri yok! Ben esirci değilim! İçerideki eksik etekler az geliyorsa kızlar ağasını esir pazarına yollayın, hangi soydan isterseniz birkaç yüz avrat daha satın alın!..”
Deli İbrahim bu ağır hakareti kıs kıs gülmekle, “Kızma lala, şaka yaptım.” demekle geçiştirdi. Fakat başka bir gün sadrazamın gösterdiği korkunç bir tecellütten21 ödü kopayazdı. İçinde bu yaman laladan kurtulmak emeli kökleşti.
Hadise şudur: İbrahim, dört başı mamur bir vaziyette yaşamak kaygısıyla avrat pazarına çekidüzen verirken birkaç kol saz takımı, sürü sürü hokkabaz, alay alay çengi, düzinelerle köçek ve soytarı da tedarik etmişti. Gerdek değiştirme ameliyesine girişmeden ara sıra onlarla eğlenir ve sinirlerini uzun sürecek azgınlıklara hazırlardı. O meyanda birkaç cüce daha bulup kendine nedim yapmıştı. Bunlardan biri gerçekten hilkat garibesiydi, deli hünkârın son derece sevgisini kazanmış bulunuyordu. Çünkü yetmiş santimetre boyunda olmasına rağmen güzel bir yüzü, işlek bir zekâsı, tatlı bir gevezeliği, parlak nüktedanlıkları vardı. Boyuna sığmayan gururunu taşıra taşıra yürüyüşü, her söylenen söze zarif cevaplar buluşu, çınar boylu saray ağalarına -kendine mahsus usullerden istifade ederek- yıkıcı hücumlar yapışı padişahı kahkahalarla güldürdüğünden başnedim ve başmusahip mevkisinde bulunuyordu.
Hünkâr bütün eğlence âlemlerinde onu yanında bulundurduğu gibi Kubbealtı müzakerelerini dinlerken de kendisinden ayrılmazdı. Bir gün yine cücesini kucağına oturtmuştu; burnunu fiskeleyerek, koltuk altlarını gıdıklayarak eğleniyordu. Bir uşak içeri girdi, sadrazamın huzura çıkmak istediğini söyledi. İki kafadar, denize nazır bir köşkte bulunuyorlardı. Karşılıklı cilvelerini, şakalarını açık pencere önünde ve dalgaların kahkahalarını dinleyerek yapıyorlardı. Padişah cücesinden aldığı ve cücesine verdiği zevkin baltalanmasına kızmakla beraber sadrazamı kabul etmek zorunda kaldı, öfkeli öfkeli emir verdi:
“Boyu devrilesi herife söyleyin, gelsin!”
Ve cüceye büyük bir iltifatta bulunmuş olmak için altı üstü samur kaplı kürkünü açtı.
“Sen…” dedi. “Koynuma gir, lalam gidinceye kadar uyu!”
Kara Mustafa Paşa, herhangi bir durumda zerresini feda etmediği korkunç vakarıyla salona girdi, mutat olan selamını verdi, eğilip doğruldu, mühim bir siyasi işi tahlile, teşrihe girişti. Mevzu canlı, vezir de heyecanlıydı, büyük bir talakatle anlatıyor, anlatıyordu. İbrahim, her vakit olduğu gibi şimdi de kayıtsızdı. Gözlerini denize çevirerek biraz sonra havuzda güreştireceği kızları düşünüyordu.
Fakat cüce, içi dışı kıllı bir mahbeste kapalı kalmaktan hem sıkılmış hem bunalmıştı. Havasızlık ve sıcaklık o insan minyatürünü ter içinde, ızdırap içinde bıraktığından nefes alacak bir fürce22 arıyordu. Nihayet dayanamadı, yeni doğmuş normal bir çocuk başından da küçük olan sevimli kafasını kürkün yakasından çıkardı, ciğerlerini temiz hava ile doldurduktan sonra yumuk gözlerini sadrazama çevirdi, hayran hayran baktı ve yüksek bir dağ eteğinden o dağın azametine şaşkınlığını ifadeye çalışan bir tavşan yavrusu sıfatıyla minimini dilini çıkararak dev cüsseli veziri -zu’münce- selamladı.
Kara Mustafa Paşa, en ciddi bir mevzuyu dinlediği sırada dalgalarla alık alık hasbihâle dalan padişahın bu durumuna sinirlenip dururken ortada bir cüce başının peyda olmasından büsbütün celallenmişti. Veziriyle devlet işleri konuşan bir hükümdarın koynunda maskaralar saklaması bu sert huylu adamın havsalasına sığar şeylerden değildi. Sözü yarıda bırakıp çıkmak mı, padişaha vakar ve haysiyet dersi vermek mi lazım geleceğini kestiremeyerek durduğu yerde elemli bir mülahaza geçirirken cücenin dilini çıkardığını, kendisiyle eğlendiğini gördü, tepeden tırnağa kadar gazap kesildi, top ağzından fırlamış iki yüz kilo ağırlığında bir gülle hızıyla atıldı, kalın ve uzun kolunu padişahın göğsüne soktu, korkudan yine samur yuvasına kaçan cüceyi yakaladı, köşkün açık penceresinden denize savurup attı. Yüz kiloluk taş yuvarlakları bir şeftali çekirdeği hafifliğiyle uzak mesafelere atmaya -sürekli idmanlarla- alışmış olan dev cüsseli adam, talihsiz cüceyi köşkten belki yüz elli metre ileriye ulaştırmıştı, dalgaların koynuna gömüp bırakmıştı.
Deli İbrahim, ilk lahzada ne olup bittiğini anlamamış gibiydi. Kara Mustafa’nın üzerine doğru atılışı, kuvvetli kolunu koynuna sokup çekişi yüreğine müthiş bir korku verdiğinden oturduğu yerde sallanıp duruyordu. Fakat cücenin denize uçuşundan, sadrazamın da hiçbir şey yapmamış gibi sükûn içinde geri çekilişinden sonra padişahlığını hatırladı, hiddetlenmek istedi. “Sen…” dedi. “Ne hakla benim cücemi denize atarsın? Ben padişah değil miyim, bir vezirin ne haddidir ki koynuma el uzatsın, cücemi çekip alsın?”
Kara Mustafa Paşa, telaş göstermeden onun sözünü kesti:
“Müsaade buyurun anlatayım. Ben senin vekilinim, başvezirinim. Bu haysiyetle kimse beni tahkir edemez, benimle eğlenemez. Koynunda sakladığın pis mahluk bu yapılmaz işi yaptı, dilini çıkarıp benimle eğlendi. Ben de şerefimi korumak için cezasını verdim. Şimdi sen, cücene muhabbetinden dolayı beni cezalandırabilirsin. Boynum kıldan incedir. Kestirecek misin, emret! Boğduracak mısın, emret!”
Saygı göstererek konuşuyordu, kızgın görünmeden söylüyordu. Lakin “öldür” derken, “ölmem” dediğini sezdirmekten geri kalmıyordu, küçülmeye çalışırken bir kat daha büyüyor ve yükseliyor gibiydi. Hünkâr, her karşılaşmada heybetli endamına kamaşan bir gözle bakabildiği, sert sesini titreye titreye dinlediği kuvvetli ve kudretli vezirin susması üzerine bir kahkaha, sürekli bir kahkaha bıraktı.
“Aman lala…” dedi. “Ne gidişti o, ne gidişti. Sen kızgındın da farkında olmadın. Ben teresin denize düşünceye kadar altmış takla attığını saydım.”
Yalan söylüyordu; cücenin taklalarını saymak şöyle dursun, koynundan nasıl alınıp denize fırlatıldığını bile korkudan layığıyla anlamış değildi.
Bununla beraber vezirin şu cüretini günlerce unutmadı, sevgili cücesinin öcünü almak kaygısını yine günlerce zihninden çıkarmadı. Artık Kara Mustafa Paşa onun için bir kâbus kesilmişti. Gerdekleri dolaşırken, köçekleri oynatırken, havuzlarda güreş yapar ve yaptırırken hep onu düşünüyor, onu görüyor ve onun kalın