M. Turhan Tan

Cinci Hoca


Скачать книгу

fena bir tesadüfle felaket oldu, Molla Hüseyin bir köyde evliyalığa yakışmaz bir durumda yakalandı, babalığa namzet kılmak istediği adam tarafından öldüresiye dövüldü, yara ve bere içinde köy dışına sürüldü. Mollanın kerameti köyden köye nasıl hızla yayılmışsa bu kepazeliği de öylece yayıldığından staj devri artık kapanmış, genç üfürükçünün o mıntıkalardan uzaklaşması gerekmişti.

      Hüseyin işte bu mecburiyetle Cide’ye doğru yollandı, oradan bir yelkenliye kapağı attı, İstanbul’a geldi, gerilerde, Karabaş Evliyalıktan istihale ettirilmek suretiyle Karabaş Domuz diye anılıyordu, hatırasına lanet okunuyordu.

      Fakat o memnundu, altı yedi ay içinde yeni sınaatine ait birçok tecrübeler elde etmişti. Artık adımını nasıl atacağını, tanınmak için neler yapacağını, temas edeceği gafillere karşı ne yolda davranacağını, nerede cinden ve nerede perilerden dem vuracağını, hangi hastaların önünde sert ve hangilerinin önünde yumuşak davranacağını biliyordu.

      Eski toyluktan kurtulmuştu. Remil atarken eli titremiyordu, rakam dökerken yüzü kızarmıyordu. Duaları, yerine göre değişen müessir bir ahenkle okuyordu. Bakışları hâkimaneydi, konuşması amiraneydi, yürümesi bile dikkat uyandıran bir şekildeydi.

      Bununla beraber İstanbul, ilk günlerde onu sersemletti. Çünkü orada kimseyi tanımıyordu. Çocukları alet ederek dolap çevirmek şöyle dursun postunu serecek bir yer bulmakta da güçlük çekiyordu. Tahtakale yakınlarında bir hana inmişti, küçük bir odada pinekliyordu. Fakat abdestsiz yere basmadığı, başını seccadeden kaldırmadığı için han halkının hoşuna gitmekten de geri kalmıyordu.

      O, sekiz on gün sessiz evliya vaziyetinde kaldı, sonra mesleki faaliyete girişti. Han müşterilerinden birinin kimse görmeden saatini aşırmak fırsatını buldu ve bu Piryol saati ahırın bir kovuğuna soktu.

      Kendine reklam yapmak için bu hırsızlığı işledikten sonra odasına çekilip kopacak yaygarayı beklemeye koyulmuştu. İntizar31 uzun sürmedi. Han kahvesinde kıyamet koptu, hırsızı bulmak için gürültülü bir hareket başladı. Dava yakın kulluğa32 kadar aksettirildiğinden hana birkaç yeniçeri geldi, müşteriler sorguya çekildi, odalar araştırıldı, şüpheli görünenler dövülerek, sövülerek sıkıştırıldı ve hanın altı üstüne getirildi.

      Saati kaybolan adam başta olmak üzere kimse genç hocadan şüphe etmiyordu. Namaz kılıp tespih çekmekle meşgul olduğuna inandıkları salih ve muttaki konuğun odasını aramak saygısızlık sayılıyordu. Fakat Molla Hüseyin, ilmine ve zühdüne hürmeten yapılan bu istisnai muameleyi kabul etmedi, sürüp giden gürültülerin sebebini anlamak ister gibi davranarak aşağı inip de kaziyeyi öğrenince ellerini yukarı kaldırdı dua ahengiyle haykırdı:

      “Lanet ol nabekâra, lanet ol haramkâra! Çaldığı mal gözüne, dizine dursun inşallah!”

      Ve karakullukçu neferlere yalvardı:

      “Benim de üstümü başımı arayın, odamı filan arayın. Şu mağdurun içinde kuşku kalmasın.”

      Hancı da saat sahibi de “Haşa hocam!” sözüyle candan, yürekten bu teklifi reddettiklerinden Molla Hüseyin onların omuzlarını sıvazladı. “Öyleyse…” dedi. “Şöyle oturun. Ağalar da otursunlar. Ben bir remil atayım, iyi saatte olsunlarla görüşeyim, âlimülgayb olan ulu Tanrı’nın kemal-i kereminden memuldür ki şu cürmün faili meydana çıksın, çalınan saat ele geçsin.”

      Remilini attı, cübbesinin eteğini tersleme suretiyle başına geçirip uzun bir murakabede bulundu, sonra terli yüzünü açığa çıkarıp yorgun bir şive ile haber verdi:

      “Hanın eşiğine, beneksiz üç siyah tavuk kanının dökülmesini istiyorlar. Ben, peki, dedim. Siz de kabul ediyor musunuz?”

      Hancı ile saat sahibi bir ağızdan bağırdılar:

      “Hayhay!”

      “O hâlde aldığım haberi verebilirim: Saati aşıran kırçıl bir adamdır, sağ ayağında bıçak yarası vardır, dili biraz peltektir. Dün buradaydı, bugün yok. Kendisini bir at üzerinde batıya doğru gider görüyorum. Fakat saati handa koymuştur. Bir dahi gelişinde almak için.”

      Saat sahibi, Molla Hüseyin’in eline yapışıp yalvardı:

      “Hay ağzın dert görmesin! Saatim kande saklıdır şimdi? Onu da söyler misin?”

      “Atlar, eşekler, develer var, gözüm fark etmiyor.”

      “Ahırda olmasın?”

      “Dedim ya fark etmiyorum. Belki öyledir.”

      Ahır meşalelerle aydınlatılarak uzun araştırmalar yapıldı ve saat bulundu. Artık Molla Hüseyin oda kirasından istisna edilmişti, hanın ışığı ve göz bebeği olmuştu. Yalnız hanın mı ya… Bütün Tahtakale halkı onun elini öpüyordu, her derdin devası kendisinden aranıyordu.

      Fakat o, basit bir oyuna istinat eden kerametinin çarçabuk iflas edeceğini bildiğinden ipliği pazara çıkmadan muhitini değiştirmek, dolabını daha kolay çevirebileceği bir yer bulmak istiyordu. Aynı zaman üfürükçülükten daha sağlam bir mesleğe intisap etmek ihtiyacını duyuyordu.

      O sebeple sağa başvurdu, sola başvurdu, sonunda Süleymaniye müderrislerinden Mehmet Çelebi’ye çömez yazıldı, postunu medreseye yaydı. Artık memnundu, efendisinin kitaplarını taşıyor, çarşıdan aldığı eşyayı eve götürüyor, yemekte peşkirini veriyor ve el suyunu döküyor, bu hizmetlerdeki beceriklilikle göze girmek yolunu buluyordu.

      Fakat Tahtakale’deki şöhret onu takip ettiğinden, sevdalananlardan bir baltaya sap olmak isteyenlere kadar birçok adam medreseye gelip kendisinden muska aldıklarından Süleymaniye civarında da Nefesi Keskin Molla diye tanınmakta gecikmedi, yavaş yavaş para kazanmaya başladı.

      Müderris Mehmet Çelebi, bir yıl kadar onu hususi hizmetinde kullandıktan; emsileden binaya hatta biraz daha ileriye çıkmasını ve mesela Şafiye, Kafiye gibi kitapları -üstünkörü olsun- devretmesini temin ettikten sonra -büyük bir iyilik diye- danişment yapmıştı. Bu paye, naip mülazımlığı demekti ve ileride Mehmet Çelebi kadı olursa Molla Hüseyin’e de naip, yani kadı muavini olmak hakkını veriyordu.

      Lakin onun tabii ve gayritabii aşkları mahzuz etmek, kocasından boşanmak isteyen kadınlara ümit vermek, kısırları doğurtmak, kudretsiz erkekleri zindeleştirmek iddiasıyla üfürükçülüğe giriştiğini, medresedeki odasında kapıyı ardından kilitleyip dua okumak, muska yazmak bahanesiyle bir sürü kepazelikler yaptığını gören müderris efendinin tavrı derece derece değişti, Molla Hüseyin’i artık sevmez oldu ve hizmetinden uzaklaştırdı.

      Gerçi o yine danişmentti, fakat efendisine muavin olmak ümidini kaybetmişti. Nitekim bu hakikat biraz sonra açığa da çıktı, Molla Hüseyin’in eli böğründe kaldı.

      İzah edelim: Müderris Mehmet Çelebi bir yılbaşı tevcihatı33 sırasında İzmir kadılığına tayin olmuştu. Usule göre Molla Hüseyin’in de onunla birlikte İzmir’e gitmesi lazımdı. Üfürükçü genç bu ümniyye34 ile yol hazırlığına girişmek üzereyken efendisi tarafından şöyle bir tebliğle karşılaştı:

      “Sen burada kalacaksın. Yeni müderrise danişment olacaksın. İzmir’de işin yok!”

      Molla Hüseyin, birçoğunu iyileştiremediği hastaların siteminden, şöhretinin sarsılmak üzere bulunmasından endişelendiği için kapağı İzmir’e atmayı nimet sayıyordu. Mehmet Çelebi’nin bu tebliği yüreğine elem verdi, beynini altüst etti ve kendisine kapı kapı