çekiyorum. Sizler beni delirmiş sanıp tepemde dua okuyorsunuz. Beni kendi hâlime koyun, yıkılıp işinize gidin!”
Onun saray adamlarından olduğunun anlaşılması, etrafındakileri şaşırttı ve vaziyet birdenbire değişti. Kendini çukurdan çıkaranlar, insani duygularla yapılan bu işi şimdi ödünç hâline koymaya çalışıyorlardı, “İlkin ağa hazretlerini ben gördüm!” iddiasıyla aralarında rekabete girişiyorlardı. Hamamcı da evvelce kirli çamaşırlar arasından çıkarıp herifin sırtına geçirdiği kötü bezi ipekli bir havlu ile değiştirmekte istical gösteriyordu, ayrandan şerbete kadar birçok şeyler getirterek ikramda mübalağa yapmak istiyordu.
Hacı Mehmet, bu değişen dekor içinde başına geleni yanık yanık anlattı, sonunda havluyu sırtından atıp kıllı göğsünü yumrukladı.
“Dert bir değil, iki!” dedi. “Sarayda nefesi keskin hoca beklerler. Eli boş gidersem gazaba gelirler. Hâlbuki ben kendim hocaya muhtacım. Kesemi bulamazsam hâlim harap. Serden mi geçmeli, yârdan mı bilmem ki?..”
Hikâyeyi dinleyenlerden biri ona tesliyet verdi:
“Tasalanmayın ağa hazretleri. Dert veren Allah dermanını da verir. Memleketimizde elhamdülillah salih kişiler çoktur. O mübarekler elden düşen keseler bir yana dursun, cinlerin yer altında sakladıkları defineleri bile keşfediyorlar. Sizin kaybınızı da ele geçirecek bir cinci buluruz.”
Ve Hacı Mehmet’in etrafında toplananların topunu birden alakalandıran bir eda ile anlattı:
“Süleymaniye Medresesi’nde bir Cinci Hüseyin Efendi var. On yıl evvel çalınan eşyayı hırsızıyla beraber bir remille meydana çıkarıyor. Tahtakale’de bir yolcunun saatini bir lahzada buluşunu gözümle görmüştüm. Yalnız remilci değil, nefesçi de. Sarılığı bir nefeste kesiyor, kara sevda çekenleri bir muska ile iyileştiriyor. Elinden gelmeyen şey yok. Hoca değil, kutup mübarek.”
Hacı Mehmet, çıplak göğsünün kıllarını sıvazlaya sıvazlaya yalvardı:
“Beni bu Cinci Hoca’nın yanına iletir misin sen?”
Bir saraylıya yoldaş olmak zevki, Molla Hüseyin’in hayranlarından olan adama kıvanç getirdiğinden tabiatıyla müspet cevap verdi:
“Hayhay, ağa hazretleri, hemen şimdi gidebiliriz.”
Saray hamalı, fütur içinde ümide kavuşmanın hazzıyla giyinmeye girişmişti. Hastalanan padişahı, kendine vazife veren eli kamçılı harem ağasını, saraya dönmekte geciktiği takdirde yiyeceği sopaları hatırına bile getirmeyerek hazinesini kendine iade edecek hocanın bir ayak önce eteğine kapanmak istiyordu.
Hamamcı ile tellakların, lağım çukurundan oraya kadar kendini getirmiş olanların yerlere eğilerek verdikleri selamları başıyla iade ederek yola çıkınca tırısa kalkmıştı, kılavuzunu nefes darlığına uğratacak bir hızla sokakları aşıyordu. Ancak medrese kapısında hızını kesti ve yanındaki adama sordu:
“Cinci Hoca’yı yerinde bulmazsak nideriz?”
“Bulmazsak bekleriz, ama bulacağımıza şüphe yok.”
“Yerinden ayrılmaz mı bu adam?”
“Hacet ehli olanlardan yakasını kurtaramaz ki ayrılsın. Günde bin kişi eşiğine başvurur.”
Herif, Molla Hüseyin’in kıymetinden ziyade kendi hizmetinin değerini yükseltmek için yalan söylüyordu. Fakat tesadüf bu yalanı kısmen doğru gösterdi ve Hacı Mehmet, Cinci Hoca’nın hücresi önünde beş on kişinin nöbet beklediğini gördü. Bunlar, kendilerine verilen muskaların para etmemesinden dolayı Molla Hüseyin’le kavga etmeye gelen safdil müşterilerdi.
Hamala kılavuzluk eden adam, ilk nümayişi onlar üzerinde yaptı.
“Savulun yoldaşlar…” dedi. “Şevketlu hünkârın başbaltacısı Hacı Mehmet Ağa Hazretleri, Cinci Hoca efendimizle görüşecek!”
Kapıda toplananlar telaşla geri çekilmişlerdi ve padişaha yol verir gibi davranıp saray hamalını selamlamışlardı. Aynı zamanda Cinci Hoca hakkındaki itimatsızlıklarından sıyrılarak herife yeni baştan bel bağlamışlardı. Çünkü hocanın saraya da kerametini kabul ettirdiği şu ziyaretle sabit oluyordu.
Hacı Mehmet, yine kılavuzunun delaletiyle odaya girdiği vakit Molla Hüseyin, yirmi yaşlarında bir genci önüne oturtmuştu, “üveysiyye, ünsiyye, kümmeliyye, haruziyye, kuşeyriye, ebheriyye” diye sonları hep “ye” ile biten bir sürü kelimeler sıralıyordu ve bir taraftan gencin yanaklarını okşayarak, gerdanını sıvazlayarak o kelimelerin ahenginde mündemiç efsunkâr manaları sanki deriden tene, tenden ruha geçirmeye savaşıyordu.
Başı açık, saçları dağınık, kaşları çatık, gözleri -garip bir şekilde- bulanıktı. Hacı Mehmet, Yemenli bulunmasına rağmen hocanın boyuna sıraladığı “ureyziyye, ukayliyye, yevessiye” gibi kelimelerden bir mana çıkarmamış ve onun derece derece korkunçlaşan gözüyle sesine kapılıp heyecanlanmaya başlamıştı.
Birer tarikat ismi olup hocanın ağzında zincirleme dua cümleleri hâline inkılap eden sert şeddelere bağlı o tuhaf kelimeler nihayet bitti. Cinci Hoca uzun bir “Ya hay, ya aşk!” çekti, hafifçe salyalanan ağzını gencin dudaklarına yaklaştırdı, gürül gürül gürledi:
“Tükürüğümü yut! Necat onda, selamet onda!”
Gözleri kapalı gencin solgun dudaklarının mariz bir buse solukluğuyla büzülüp onun sunduğu necat kevserini massetmeye38 çalışırken hoca da cezbelenmiş gibi ihtilaçlar gösteriyordu.
Bu tükürük aşısı zamanımızda yapılagelen kan verme ameliyelerinden çok uzun sürdü. Sevgilisine şirin görünmek isteyen genç salya yutmaktan, Cinci Hoca da iyi saatte olsunların ağırlığı altında kıvranmaktan yoruldu, sahne nihayet buldu. Şimdi okuyan ve okutan göz göze bakışıyorlardı, neler yapmış olduklarını bu bakışlarla konuşuyorlardı. Molla Hüseyin’de küstah bir teke neşesi, berikinde hırpalanmış bir keçi şaşkınlığı vardı.
Hacı Mehmet, perilerle fazla meşgul olmak yüzünden kendilerinin odaya girişini bile fark etmemiş görünen Cinci’nin gülümseyişinden cüret alarak sokuldu, el öpmeye davranarak heyecan içinde arzuhâlini haykırdı:
“Kerem senden, derdime derman senden hocam! Ben fakiri koru, yıkılmış ocağımı uyandır.”
Molla Hüseyin, süfli ihtiras dalgaları arasında varlıklarını gerçekten fark edemediği iki müşteriyi şöyle bir süzdü:
“İzinsiz halvete girilmez. Siz dağdan mı geldiniz, külhandan mı?.. Yoksa belinize birer kambur mu koydurmak istiyorsunuz? Hüda bilir, şimdi zebella Nasut’u çağırır, sizi Marut’un yattığı kuyuya attırırım!”
Hacı Mehmet telaşla diz çöktü. Yalvarmaya koyuldu:
“Küçüklerden hata, büyüklerden atâ.39 Bilmezlikle bir suçtur işledik, mürüvvet edip bağışla. Tut ki elemden basiretimiz bağlandı, bir günahtır işlendi. Hoş gör, bizi kapından kovma.”
Molla Hüseyin, tükürükle sarhoşlattığı gence yüzünü çevirdi:
“Şimdi git, yarın yine bu vakit gel. Bakalım ankebutü derduni ne haber getirir?”
Ve sonra iri gözlerini aça aça Hacı Mehmet’e ne istediğini sordu ve herifin o sabah eline geçen hazinenin sahibi olduğunu, aynı zamanda saray adamlarından bulunduğunu öğrenince afalladı, derin derin düşünmeye daldı.
Sarı çiçeklerini elden çıkarmaya yanaşmıyordu, lakin kaz gelecek yerden tavuğun esirgenmeyeceğini de düşünmekten geri kalmıyordu.