M. Turhan Tan

Cinci Hoca


Скачать книгу

Vallahi şaştım.”

      Deli İbrahim de deli anası da bu sözlerden bir şey anlamadıkları için Cinci Hoca’ya bön bön bakıyorlardı. O, perişan saçlarıyla, gür kaşlarıyla, keskin bakışlı gözleriyle, sert kıllı sakalıyla, kuvvetli vücuduyla ve bilhassa ürkünç bir tınnet taşıyan sesiyle yaptığı tesiri, anlaşılmaz sözlerle kuvvetlendirmek fırsatını kaçırmak istemedi.

      “Biz…” dedi. “Gizli kapaklı iş görmeyiz. Bildiğimizi açıkça söyleriz. Çünkü insanların da cinlerin de peygamberi olan Resul-i Ekrem ve Nebiyyi Muhterem Hazretleri ilmini saklayanlara yevm-i ahirette ateşten gem vurulacağını söylemiştir. Onun için size bir kere burçları, sonra da altın muskayı anlatayım.”

      Koynundan uzun bir kâğıt, belinden de bakır bir divit çıkardı, okunmaz bir yazı ile bir cetvel karaladı:

      Ve eskiden kargacık burgacık sözleriyle ifade olunan karışıklığa tam bir numune teşkil eden okunmaz yazısını valide sultanın, İbrahim’in gözlerine bir nebze tuttuktan sonra izaha girişti:

      “Talihleri kötü insanlar nasıl bahtı iyi kişilere için için hınç beslerlerse cinler de hücum için yüksek burçlara mensup adamları tercih ederler. Onların aşağı tabakadakileri de çarptıkları -hem de sık sık- vakidir. Fakat asıl aradıkları yüksek mertebedeki kimselerdir. Şevketlu hünkârı da işte sarmışlar, hayli sarartmışlar. Eğer velinimet efendimizin üzerinde cinlerle arası iyi bir âlim eliyle çizilip kalıba konulmuş altın muska bulunsaydı kötü cinler kendisine güç yaklaşırlardı. Ben ilk iş olarak muskayı çizeyim, siz, yapacağım resmi kuyumcubaşıya verin, altın levha üzerine geçirsin. Efendimiz de onu boynuna takıp taşısın.”

      Ve birden hatırlamış gibi duraladı. “Fakat…” dedi. “Resmin yapılabilmesi için bir şart vardır. Güneş, esed burcunun birinci yahut üçüncü derecesine girerken muska yazılabilir. Bir uşak gitsin, müneccimbaşına sorsun. Güneş şimdi nerededir. Cevap gelinceye kadar ben nefese başlayayım.”

      Onun tavsiyesi mucibince hareket olunarak saray müneccimi meşhur Hüseyin Efendi’ye adam üstüne adam koşturulurken Molla Hüseyin, korkunç azametini yeni baştan takındı.

      “Sen ey ulu hatun!” dedi. “Seccadeye çök, bir siyah ihrama bürün, emrim olmadan zinhar kımıldama. Yanılıp başını bizim tarafa çevirirsen ya şaşı ya çarpık ağızlı kalırsın.”

      Kösem Sultan, bir köşeye çömelip tepeden tırnağa kadar sarındığı siyah örtü içinde garip ürpermeler geçirirken Molla Hüseyin yüzünü Deli İbrahim’e çevirdi ve gürledi:

      “Diz çök, ey Tanrı kulu! Kalbini temiz tut, nefesimin ilahi olduğuna iman eyle, bir şey düşünme, sağına soluna bakma, kımıldama!”

      Hünkâr, yine bir çocuk gibi bu emre itaat edip gözü kapalı, dudakları yumuk bir vaziyette diz üstü geldi, Molla Hüseyin de etrafa bir avuç tarçın, karabiber döktükten sonra bir kara bulut heybetiyle gürlemeye başladı:

      “Herkaş, kaiş, merkaş, istinaf, hutuf, hıtaf, şefdaş, kardaş, ya tahselu, şebuh, irmeh şünuh, ermu hasisa, elkadimül ezeli, ya maşerül cin, elvufi, eddafi, nenzü minşerri areki vennua ve min şiddeti harrünnar!”50

      Deli İbrahim tepesinden bir alay bulut geçiyor gibi dehşet içinde kalmakla beraber oturduğu yerde kımıldamıyordu, manasını anlayamadığı gürültüyü derin bir hareketsizlik içinde dinliyordu. Molla Hüseyin, okuduğu sara duasının hasta adam üzerinde uyuşturucu bir tesir yaptığını sezince şevke geldi, o karmakarışık kelimeleri daha tannan bir sesle on kere tekrar etti, sonra elini hünkârın başına koydu.

      “Gözünü aç…” dedi. “Bana bak!..”

      Gürültünün birdenbire kesilmesi, Deli İbrahim’e ağır bir yükten kurtulmuş bir adam ferahlığı getirmişti. Kulaklarında uğultu varsa da içi sakindi, güle güle Molla Hüseyin’in yüzüne bakıyordu. Hoca, inşirah sezdiren bu bakışlardan aldığı ilhamla telkini biraz daha ileri götürdü.

      “Artık…” dedi. “Sıkılmıyorsun, değil mi? Öyleyse kalk, şu tespihin içinden üç kere geç.”

      Belinden söküp çıkardığı bin taneli tespihi halka hâline koyup hünkârı arasından geçirirken emir veriyordu:

      “Ben nasıl bu mübarek tespihten süzülüp çıkıyorsam, sıkıntılar, üzüntüler, uykusuzluklar, iştahsızlıklar da bedenimden öylece çıkıp gitsin, diyeceksin. Başla, benimle beraber söyle!..”

      Daima çocuk kalmaya mahkûm bir yaradılış sahibi olan hünkâr, kaldırımlarda çember çeviren, ip atlayan miniminiler gibi sevinç içindeydi. Haz ile şevk ile tespihe girip çıkıyordu, neşesinden fıkır fıkır gülüyordu.

      Molla Hüseyin bu oyunu da yaptıktan sonra elini koynuna soktu, bir parça çördük çıkardı, “Aç ağzını, bismillah!” diyerek Deli İbrahim’in ağzına soktu, bir bardak da su sunarak yavaşça mırıldandı: “Yut! Bu otu ben cinlerin en büyük padişahı Şahişahan Hazretleri’nin hazinesinden aldım. Hulusla, tam itikatla içenler yetmiş yaşında iseler yirmi yaşına dönmüş gibi kudret sahibi olurlar, tavşana benzemişlerken aslan kesilirler.”51

      Bu müjde Deli İbrahim’i bir kat daha sevindirdi, parmaklarını şıkırdata şıkırdata oynayacak hâle getirdi. Fakat hocanın heybetinden ürktüğü, cinlere karşı yanlış bir harekette bulunmaktan da çekindiği için zıplama ve sıçrama hevesini içinde sakladı, suyla yuttuğu otun dimağında kalan kokusunu emmeye koyuldu.

      Bu işler yapılırken Kösem Sultan, diz çöküp oturduğu yerde uyuyakalmıştı. Sıkı sıkıya örtünüş, hocanın ağzında beliren gürültü, bir sürü vehmî düşünce, birkaç gecedir başı yastık yüzü görmeyen şişman dula tatlı bir baygınlık getirdiğinden hafif bir horultu ile ımızganıyordu.

      Deli İbrahim, anasının uykuya daldığını Molla Hüseyin’den önce gördü. “Hoca efendi…” dedi. “Validem uyumuş.”

      Cinci, o dakikaya ve o sahneye yakışan cevabı verdi:

      “Yüreğinize, göğsünüze, eteğinize musallat olan cinler kaçıp gittiler. Onların ayak yeli valide sultan hazretlerine ağırlık vermiştir. Telaş buyurmayın, şimdi uyanır. Güzel güzel düşler gördüğünü bilmesem küçük bir öksürükle kendisini ben de uyandırırdım.”

      “Ay annem düş mü görüyor şimdi?”

      “Belki babanızla bir aradadır. Ben öyle seziyorum.”

      O sırada Sümbül Ağa içeri girerek müneccimbaşının pusulasını uzattı. Yıldızların dilini çok iyi bilmekle tanınmış olan Hüseyin Efendi, güneşin esed burcunda birinci dereceye hulul etmekte bulunduğunu yazıyordu. Cinci Hoca, pusulayı okur okumaz kaşlarını çattı.

      “Âlâ!” dedi. “Hemen muskayı yazayım. Siz de kuyumcubaşına haber yollayın, hazır bulunsun, göndereceğim resmi altın bir levhaya geçirsin.”

      Bu muhavere, Kösem Sultan’ı uykudan uyandırmıştı. Lakin örtüyü başından atamıyor, sesini çıkaramıyordu, geniş bir nefes alabilmek için Cinci Hoca’nın müsaadesini bekliyordu.

      Molla Hüseyin, kadıncağızın uyandığını sezerek bu müsaadeyi verdi.

      “Ey ulu hatun!” dedi. “Oğlun selamete çıkıyor, gözün aydın! Sen de artık serbestsin, örtüyü at, yanımıza gel.”

      Ve valide