M. Turhan Tan

Cinci Hoca


Скачать книгу

dedi. “Bütün ecinni diyarına haber salıp sizin bana medresesiz kuru bir müderrislik verdiğinizi müjdelemiştim. Şahişahan başta olduğu hâlde bütün cin padişahları, vezirleri, beyleri adamlar yolladılar, rütbemi kutladılar. Hatta Maveraüşşems Hükümdarı Ezreke Banu Hazretleri sır kâtibini gönderdi: ‘Ebussuud Efendi öleli-den beri fetva alacak bir şeyhülislam bulamıyorduk, üzülüyorduk. Senin müderris oluşundan ümide düştük, inşallah Sultan İbrahim Han Hazretleri lütuf buyururlar, bizim hâlimize de merhamet ederler, seni şeyhülislamlığa çıkarırlar.’ diye iltifatta bulundu. Şimdi Yahya gibi koşma düzmekten, genç çocuklara gazel yazmaktan başka elinden hiçbir şey gelmeyen bunak bir yobaz, senin fermanını geri çevirerek beni bütün ecinni diyarına kepaze etti. Yarın başın ağrırsa, nefesin daralırsa, gücün kuvvetin azalırsa ben ne yüzle cinleri çağırayım. Matuh53 Yahya bende haysiyet koymadı, seni de tehlikeye attı.”

      Deli İbrahim enikonu pirelenmişti, yeni baştan yetim kalmak ve kadınlardan uzak düşmek korkusuyla elemlenmişti. Cinci’ye hak veriyor, şeyhülislamla bozuşmayı ise göze alamıyordu. Bu karışık durumda yine Molla Hüseyin’den yardım aradı:

      “Nidelim hoca efendi, sen onu söyle?”

      “Nidelimi var mı sultanım, sen padişah değil misin?”

      “Elbette padişahım.”

      “Padişahların bir sözü iki olmaz, iradesi bozulmaz. Kalemi eline al, ‘Verdiğim verdük, dediğim dedüktür. Gözünüzü patlatırım sizin!’ diye bir hat çiziktir. Bak şeyhülislamın ağzı bir daha açılır mı?”

      “Ya açılırsa?”

      “Şahişahan’a havale ederim, herifi şebeğe çeviririm!”

      Deli İbrahim işte bu telkin üzerine cüretlendi, Molla Hüseyin’in ağzından çıkan sözleri kelime kelime yazmak suretiyle bir hümayun(!) hat kaleme aldı ve ona üç derece daha yüksek bir paye verdi.

      Hadise, müthiş bir infilak tesiri yapmış, hocalar âleminin altını üstüne getirmişti. Fakat işin inada bindirilmesi hâlinde Cinci Hoca’ya şeyhülislamlık bile verilebileceğini sezen ulema, böyle bir akıbetten korkarak hınçlarını zapt ediyorlardı, sırası düşünce öç almayı tasarlayarak susuyorlardı.

      Cinci Hoca altın basamaklı zümrüt merdivene, ikbal yoluna sadece girmiş olmuyor, başkalarının on yılda güç aşacağı merhaleleri bir adımda geçmiş bulunuyordu. Lakin doymamıştı ve doyamıyordu. Bunda da hakkı vardı. Çünkü dilediğini yaptıracak bir kudretteydi, altmış akçe geliri olan bir müderrisliğe kanıp da oturmayı aptallık sayıyordu. Onun için bir nefes sırasında fırsatı kaçırmadı.

      “Ezreke Banu…” dedi. “Galata Mahkemesinde bir dava açmak istiyor.”

      “Ezreke Banu da kim?”

      “Geçen gün arz etmedim mi? Maveraüşşems hükümdarı bir dişi cin!”

      “Güzel bir şey mi?”

      “Bir içim su. Efendimin firaşına54 layık.”

      “Aman hoca efendi, kerem et. Şu dişi cini bana göster.”

      “Göstermek neye yarar?.. Onu bir çalımına getirip size odalık da yapmak isterim. Çünkü hiçbir cin şehzadesini beğenmiyor, evlenmiyor. Bir efsunla onu size âşık ederim, hizmetinize koştururum.”

      “Ne zaman yaparsın bu işi?”

      “Açmak istediği dava görülüp bittikten sonra.”

      “Neymiş davası?”

      “Dalları yakut, yaprakları elmas, yemişi incir bir ağaç varmış. Ezreke Banu’nun amcası oğlu da bu ağaç benimdir diyormuş.”

      “Nerede bu ağaç hoca efendi?”

      “Ecinni diyarında.”

      “Oradaki ağacın Galata’da davası görülür mü?”

      “İbni Kemal Hazretleri’nin, Ebussuud Hazretleri’nin şeyhülislamlık ettikleri devirlerde cinlerin büyük davaları İstanbul’da görülürdü. Onun için o büyük âlimlere müftissakaleyn derlerdi.”

      “Ne demek bu sakaleyn?”

      “İnsücin, dünya ve ahiret, insanla hayvan demektir. İbni Kemal de Ebussuud da hem inse hem cine fetva verdikleri, onların davalarına baktıkları için böyle anılmışlardı.”

      “Bizim Galata kadısı da onlar gibi mi?”

      “İşte Ezreke Banu’nun üzüldüğü nokta da bu ya. O, İstanbul yakasına hiçbir cinin geçmesini istemediğimi biliyor, amcası oğluyla Galata’ya kadar gelmek istiyor. Hâlbuki kadı efendinin ilmi cinlerle görüşmeye müsait değil.”

      “Seni oraya kadı yaparsam güzel cin memnun olur mu?”

      “Kulun olur, cariyen olur!”

      “Fakat onların davaları görülürken ben de bulunmak isterim. Bu şartla seni Galata kadısı yapıyorum.”

      Cinci Molla bu suretle zümrüt merdivenin altın basamaklarından beş altısını daha aştı, kibari’l-ulema arasına karıştı. Şimdi onun sadrazamı da “resmen” ziyaret etmesi lazımdı. Kızlar ağası tarafından bu teşrifat vecibesi kendisine ihtar olunduğundan Galata kadısı hazretleri bir sabah sofunu giydi, urfünü başına geçirdi, altı muzirini ardına taktı, saray atlarından birine kurularak Kara Mustafa Paşa’nın sarayına gitti.

      Heybetli vezir, divan kurarak devlet işleriyle meşgul oluyordu. Son günlerde adı dillere düşen ve her ağızda başka bir menkıbe hüviyeti alarak uzun uzun konuşulan Cinci Hoca’nın -Galata kadısı sıfatıyla-ziyarete geldiği kendisine haber verilince birden celallendi.

      “O üfürükçünün…” dedi. “Burada işi ne? Yüzünü cinler, şeytanlar görsün! Hemen kovun! İnat ederse güzel bir kötek atıp sokağa sürün!”

      Galata kadısı efendi bekleme salonuna alınmıştı, öbür misafirlerin üstüne geçerek kendine pek yakıştırdığı azametli tavırlarla sadrazamdan gelecek kabul haberini bekliyordu. Fakat bir uşağın istihzalı tebessümlerle içeri girip de “Sahibi devlet efendimiz, hemen geri dönmenizi irade buyuruyorlar.” demesi üzerine o azameti sarsıldı, adamcağızın kavuğu çarpıldı, yüzü sarardı, diline bir kekeleme yapıştı:

      “Ya… ya… yanlış o… o… olmasın…” dedi. “Ben… ben… Galata kadısıyım.”

      Uşak, sert ve korkunç vezirin emrini bu sefer harfi harfine tebliğ edecek, şaşkın cinciye kalın bir sopanın ucuyla sokak kapısını gösterecekti. Lakin misafirler arasında oturan ve sadrazamın akıl kâhyası olarak tanınan saray başmimarı Kasım Ağa atıldı, uşağın sözlerini ağzında bırakan bir sesle vaziyete müdahale etti:

      “Sahibi devlet efendimizin…” dedi. “İşleri çok olsa gerek. Molla hazretleri biraz meks55 buyursunlar.”

      Uşak, Mimar Kasım’ın vezir üzerindeki nüfuzunu bildiği için bir şey diyemedi, sadece kopacak fırtınanın mesuliyetini ona yükletmek ister gibi davranıp mırıldandı:

      “Siz bilirsiniz. Ben aldığım emri söyledim. Daha ötesine karışmam.”

      Fakat Mimar Kasım, azminden dönmedi sadrazamın huzuruna çıkarak pervasızca sordu: “Galata kadısını kovmak mı dilersiniz sultanım?”

      Korkunç vezirin kaşları çatıldı. Sesi gürledi:

      “Bu makule meçhul kimesneye mahkeme verip halkın üzerine taslit ne beladır?”

      “Behey