M. Turhan Tan

Cinci Hoca


Скачать книгу

söylemek sizlerin haddi değildir. Bir yerin çarpılmamak için tez tövbe et, istiğfar et ve sus!”

      Sonra boş posta dönüp yalvardı:

      “Cahildir, suçunu bağışla sultanım!..”

      Şimdi sıra muhterem konuğun teşyi edilmesine43 gelmişti ve Molla Hüseyin yine öd ağacı yakarak, biber ve tarçın saçarak misafirini -temennalar çaka çaka- kapıya kadar götürüyordu. Hacı Mehmet bu rasime sırasında dayanamadı, kılavuzuna sokulup fısıldadı:

      “Cinci Hoca gerçek mi söyler dersin, kesemi yarın bana verecek mi?”

      “Hiç şüphe etme. O, dediğini yapar.”

      “Ya biz ona ne vereceğiz?”

      Bu sualin cevabını bizzat Molla Hüseyin verdi:

      “Biz akçe düşkünü değiliz, hayır için çalışırız! Paran senin olsun arkadaş!..”

***

      Sultan İbrahim, sekiz on nefesi keskin hocanın okudukları dualara, verdikleri muskalara, içirdikleri şerbetlere, kestirdikleri kurbanlara, dağıttıkları sadakalara rağmen eski şetaretini elde edememişti, derin bir hüzün içinde kalmıştı. Gerçi yatmıyordu. Gezip dolaşıyordu. Fakat iliği kurumuş yük beygirleri gibi lagar bir durumdaydı. Şen şen kişneyemiyordu, sık sık şahlanamıyordu. İştahsız bir midenin ızdırap veren boşluğunu seze seze gamlı günler yaşıyordu.

      Ona vahşi bir titizlik de gelmişti, çabuk kızıyor ve her kızışta önüne gelenleri kasıp kavuruyordu. Kadınlar, evvelki okşanmalar yerine hakaret görüyorlardı, dayak yiyorlardı. Herif öpemediği için ısırıyordu, okşayamadığı için hırpalıyordu. Odasına yine eskisi gibi halayıkların biri girip biri çıkıyordu. Bu ziyaretler evvelce neşeli bir iştiyakla yapılır ve bahtiyar hatıralarla nihayet bulurdu. Şimdi hasta delinin yanına titreye titreye giriyorlar ve oradan bere içinde ağlaya ağlaya ayrılıyorlardı.

      Onun kadınlardan kâm alamaması yüzünden saray ve Kubbealtı matem içindeydi. Yemekten kaçınması, uyuyamaması, iç sıkıntısından kurtulamaması, boyuna ohlayıp puhlaması, hırçınlaşması ise bu matemi katmerleştiriyordu. Kösem Sultan, hocalardan ümidini kestikçe hekimbaşının hazakatine44 bel bağlıyor ve hazakatin aczini anlayınca yine şu dedeye, bu divaneye başvuruyordu. Lakin vaziyet değişmiyordu, hastayı iyileştirmek mümkün olmuyordu.

      İbrahim, hafakanlardan aman buldukça bizzat şifa aramaya girişirdi; ata binip tekke tekke, hoca hoca dolaşırdı. Hekimbaşını ise her zaman sıkıştırmaktan geri kalmazdı. Bir gün onu yine karşısına dikmişti, azarlıyordu. Mesleğinde devrine göre ihtisas sahibi olan Hamaloğlu Mehmet Efendi bu delice tekdirlerden sinirlendi.

      “Padişahım…” dedi. “Çok yiyen çatlar. Siz Allah’a şükredin ki sadece mide bozukluğuna uğradınız. Bu durumda acele etmek manasızdır. Biraz perhiz edin, oburluk hevesinden vazgeçin, kanlanıp canlanmak yollarını arayın, üç beş ay sonra yine zevke dalarsınız, istediğiniz gibi eğlenirsiniz.”

      Kendini milyonla altın içine gömülüp açlıktan ölmeye mahkûm edilmiş bir adam vaziyetinde gören hünkârın müthiş bir sinir buhranına tutulması gecikmedi, pençesi hekimbaşının boynuna dolanarak ağzında bir sürü küfür belirdi ve sonra işi bir derece daha azdırarak zavallı hamalzadeyi tekmelemeye başladı.

      Deli hasta bir yandan çifte savuruyor, bir yandan da bangır bangır bağırıyordu:

      “Ben padişah değil miyim? Benim karşımda ağız açmak, bana öğüt vermek ne haddin?.. Altımda tahtım, başımda tacım olsun da hasta yaşayayım, kızlara uzaktan bakayım, yatakta yalnız yatayım, öyle mi?.. Bak teresin yediği halta, bak melunun bulduğu ilaca!..”

      Oğluna yeniden nöbet geldiğini haber alarak başörtüsüz odaya koşan Kösem Sultan, biçare hekimbaşını çiftelenmekten güçlükle kurtardı.

      “Savul be adam…” dedi. “Aslanımı celallendirme! Bilgin de bilgiçliğin de yerin dibine geçsin! Artık buraya gelme!”

      Fakat İbrahim, ilaç yerine öğüt veren hekimi bırakmak istemiyordu, anasının kollarından kurtulmaya savaşarak boyuna haykırıyordu:

      “Beni hâlime koy anne, şu murdar herifi tepeleyeyim! Kaç gündür beni kadından yana öksüz koydu, cennetimi cehenneme çevirtti!”

      Kösem, şu dereden, bu dereden su getirerek oğlunu biraz yatıştırdı, hamalzadenin Büyükada’ya sürgün edilmesine emir vermek suretiyle hayatını kurtardı, yerine İsa adlı birini hekimbaşı yaptırarak oğlunu onun hazakatine teslim etti.45

      Bu yeni hekim, tam bir psikologdu, ruhtan anlardı, nabza göre şerbet vermeyi bilirdi. Lakin Deli İbrahim’in nabzı olur olmaz şerbetle düzelecek hâlde değildi, berbat bir durumdaydı. Onun için hasta yine iyileşmedi, melankoli ziyadeleşti, sara nöbetleri sıklaştı, sarayın düzeni temeline kadar sarsıldı.

      İşte bu sırada Hamal Hacı Mehmet, Cüce Basiret adlı cin eliyle ecinni diyarından getirtilerek kendisine verilen hazinesinin hikâyesini bir dostuna fısıldadı, o da bir başkasına anlattı ve macera dilden dile, kulaktan kulağa geçerek Kösem Sultan’a kadar aksetti. Çemberlitaş yakınlarında kaybolmuş bir keseyi Süleymaniye Medresesi hücrelerinden birinde sahibine geri verdiği söylenen hocanın tam cinci olduğuna şüphe edilemezdi. Kösem Sultan da böyle düşünmekle beraber hikâyeyi tevsik46 için Hamal Mehmet’i huzuruna getirtmekten geri kalmadı, iri boy herifi uzun uzun söyletip dinledi, oğluna da dinletti ve Kızlar Ağası Sümbül’e emir verdi:

      “Tez bu Cinci Hoca’yı getirin. Aslanıma nefes etsin. Belki vakti zamanı gelmiştir, aslanımın sıkıntısı bu yüzden geçecektir.”

      İbrahim, bu hikâyeye anasından bin kat ziyade alaka gösteriyordu. Hatta Molla Hüseyin’i getirmek üzere adamlar çıkarıldıktan sonra dayanamadı, Hacı Mehmet’i tekrar çağırttı, Nurülkamer’in hücreye girişini, posta oturuşunu, mollayla konuşuşunu bir daha ve bir daha söyletti, Cinci’nin taklidini yaptırdı ve sonunda sordu:

      “Demek herif yaman?”

      “Beli padişahım, yaman. Cinlerle senli benli konuşuyor, her istediğini yaptırıyor.”

      “Senin keseni de getirtiverdi değil mi?”

      “Beli padişahım getirtti. Emredersen göstereyim, koynumda duruyor.”

      “Lüzumu yok, yine yerinde dursun. Sen Nurülkamer’in Cinci Hoca’yla nasıl konuştuğunu bir daha anlat.”

      Dört yaşındaki bir çocuk hazzıyla -belki onuncu defa- dinliyordu, heyecan içinde kalıyordu. Aynı zamanda Hamal Hacı Mehmet’ten de hoşlanmıştı. Yüz elli kiloluk yükleri taşıya taşıya nasırlanmış o kalın omuzları, orta çapta bir demir boruyu andıran o kıllı bilekleri seyretmekten, o çetrefil dili dinlemekten zevk alıyordu. Hikâyeyi kelime kelime ezber ettiği için Hacı Mehmet’le beraber kendisi de Cinci Hoca’nın sözlerini tekrar ediyor ve medresede onunla bile bulunmuş gibi teheyyüç gösteriyordu.

      Başındaki ağırlık, içindeki sıkıntı biraz azalıyor, yüreğine yavaş yavaş ferahlık geliyor gibiydi. Bu değişikliği sezince yüzü de gülümsemişti, Hacı Mehmet’le şakalaşmaya başlamıştı.

      “Ulan…” diyordu. “Ayıya benziyorsun. Bu ne kol, bu ne bacak? Başında bir kallavi, sırtına da seraser kaplı kürk geçirtsem lalamdan farkın kalmayacak.”

      Hacı Mehmet, bu yüksek iltifat karşısında “Hay, bir günün bin olsun!” diye haykırıp yerlere kapanıyor, gülünç şivesiyle şaklabanlıklara girişiyordu:

      “Vezir