M. Turhan Tan

Cinci Hoca


Скачать книгу

sezdirmemek istiyordu. Bununla beraber geniş omuzlarına, kalın bileklerine, karışık diline bayıldığı uşağı ümide düşürmekten de geri kalmadı.

      “Haydi git!” dedi. “İşine bak. Şu sıkıntılarım geçer geçmez seni bir baltaya sap edeceğim.”

      Yalnız kalınca bir mindere uzandı, derin derin düşünmeye daldı. Nurülkamerleri, Zenebüddeccacları, Cüce Basiretleri kuruntuluyor ve Süleymaniye’den gelecek Cinci’nin bu göze görünmez mahluklarla girişeceği muhavereleri tahmine çalışıp heyecanlanıyordu.

      Kızlar Ağası Sümbül’ün kılavuzluğuyla odaya giren Molla Hüseyin onu işte bu vaziyette buldu. Zeki Safranbolulu, dört beş günden beri böyle bir davet beklediği, girişeceği büyük oyunun bütün hatlarını zihninde çizip hazırladığı için son derece soğukkanlıydı, heybetli bir tavır almış bulunuyordu.

      Hünkâr, tahta çağrıldığı günkü durumdaydı. Bir eli bıyığına takılı, bir eli çakşırına sokulu olduğu hâlde şöhretine bel bağladığı Cinci’yi bekliyordu. Onu, son günlerde sekiz on tanesini gördüğü üfürükçüler gibi bir adam sanıyordu. Yanına gelince yer öpüp el pençe divan duracak zannediyordu. Hâlbuki Molla Hüseyin yamalı cübbesinden, kirli sarığından umulmayan bir vakarla içeri girdi ve eşiği atlar atlamaz kaşlarını çattı, Sümbül Ağa’nın omzuna elini koyarak gürledi:

      “Behey gafiller, burası saray değil, ecinni yuvası, her köşede bir cin derneği kurulu! Sizin şu zavallı adama kastınız mı var ki yanını yönünü cinler sarıncaya kadar gözünüzü kapamışsınız! Burada peygamber otursa çarpılır, felakete uğrar! Tez, kapısı kıbleye açılmayan başka bir oda açın, şevketlu hünkârı oraya götürün!”

      Deli İbrahim, gözleri yüz mumluk avizeler gibi ışıldayan, ağzında gök gürültüsü beliren bu güçlü kuvvetli adama hayran hayran bakıyor ve her iki elini aynı zamanda işleterek boyuna kaşınıp duruyordu. Yer öpmek şöyle dursun, selam bile vermeyen ve kızlar ağasına tam bir köle muamelesi yapan hocanın mehabeti, içine bir korku vermişti. Ellerini takılı ve sokulu oldukları yerden ayıramıyordu, ağzını açamıyordu, sadece bakınıyordu.

      Molla Hüseyin, ne söyleyeceğini şaşırıp yutkunmaya başlayan Sümbül Ağa’yı eşiğe doğru sürdü.

      “Tez…” dedi. “Dediğimi yap, odayı seçip bana haber ver.”

      Ve herif sersem sersem çıkarken padişahın yanına gitti, aynı sertlikte emir verdi:

      “Kalk, diz çök!”

      İbrahim, bıyığıyla çakşırını bıraktı. Lalasının dediklerini yapan bir çocuk uysallığıyla minderin üzerinde diz çöktü, mırıldandı:

      “Kalktım hoca efendi!”

      “Hani senin talii esedin?”

      “Talii esedim mi?”

      “Evet. Resimli muskan.”

      “Bende öyle muska yok hoca efendi!”

      “Yok mu?”

      “Yok, hoca efendi!”

      “Nasıl olur şevketlu hünkâr? Bir kimse ki tac-ü taht sahibidir, ülkeler sahibidir, hazine ve kul sahibidir. Onun altın muskası bulunmaz mı?..”

      “Bulunmuyor işte hoca efendi!”

      “Cinler de onun için dört yanını sarıyor, seni azap içinde bırakıyor. Emin ol ki vaktinde yetişmişim. Biraz daha geç kalsaydım ecinni tayfası seni bu hâlde dahi komazlardı, ya kargaya ya serçeye çevirirlerdi, Kafdağı’nın ardına götürüp Simurg’a köle yaparlardı. Artık işin yoksa orada otur, kıyamete kadar darı taşı!”

      Kara bir karga, cılız bir serçe olmak ihtimali mecnun hünkârın vahimesini şiddetle tahrik ettiğinden ihtiyarsız bir savletle Molla Hüseyin’in ellerine sarılmıştı, yanık yanık yalvarıyordu:

      “Aman hocam, canım da bedenim de sana emanet! İyi saatte olsunların şerrinden beni kurtar!”

      Molla Hüseyin, sesine şefkatli bir ahenk işledi, hünkârın çiçek dolu saçlarını okşadı:

      “Bugüne bugün padişahımızsın. Seni ine de cine de karşı korumak borcumuzdur, gerçi sarayını cinlere kaptırmışsın, işi güçleştirmişsin, benim çok yorulmam lazım. Fakat her güçlüğü yeneceğim, seni kurtaracağım. Hiç merak etme, üzülme. Bana inan.”

      “Ne yapacaksın hoca efendi?”

      “İlkin söylediğim altın muskayı yazacağım.”

      “Nedir bu muska?”

      “Başka bir odaya gidelim de anlatayım. Burada ayağıma ecinni kedileri, köpekleri dolaşıyor. Birine basarsam kıyamet kopar.”

      Kızlar Ağası Sümbül de o sırada geri gelmiş, şaşkınlıktan padişaha hitap etmeyi unutup Molla Hüseyin’i eteklemiş ve haber vermişti:

      “Valide hazretleri kendi dairelerini nefes için uygun görüyorlar. Zahmet olmazsa orayı teşrif buyurun!”

      Cinci, kapı ağalarının veya başkalarının icap ettikçe yaptıkları gibi hürmetle değil, yüksekten gelen bir iltifat şeklinde hünkârın koluna girdi, Sümbül’e de şu tebliğleri yaptı:

      “Önümüze düş, bizi dediğin yere götür. Sonra dön, buraya gel. Köşeyi, bucağı; tavanı, yeri gül suyuyla güzel yıka, bir de mangal hazırla. Ben şevketlu hünkâra ilk nefesi yapar yapmaz gelirim, yüzsüz cinleri, yılışık perileri buradan sürüp çıkarırım.”

      Onun Deli İbrahim’le kol kola sofadan geçişi, merdivenlerden inişi seyre layık bir manzaraydı. Ne yaldız ne çini ne ipek ne sırma, bütün hayatı örümcekli odalarda ve çullar arasında geçen bu Safranbolu çocuğunu hayrete düşürmüyordu. Doğuşundan beri saraylar içinde yaşamış gibi kayıtsızdı, yan yan yürüyerek önde kılavuzluk eden kızlar ağasının izinden salına salına yol alıyordu.

      Deli İbrahim onun kolu altında, kartal kanadına sığınmış saksağana benziyordu. Kulağında hâlâ o korkunç sözler çınlıyor, gözünün önünde, serçeye çevrilmiş olan bedeninin bir leylek ağzında Kafdağı’na doğru götürülüşü dönüyordu. Bu vehmî müşahede, mecnun hünkârın sinirlerini altüst etmekle beraber içinde korkudan ziyade ümit vardı. Koluna girdiği heybetli adamın kendisini cinlere, perilere karşı müdafaa edeceğine inanıyor ve boyuna herife sokuluyordu.

      Valide sultan, neyin nesi olduğu bilinmeyen, hırkası yamalı, sarığı kirli bir hocanın koca padişahı koluna takıp sürüye sürüye kendi yanına getirmesinden ilkin kızacak ve bir şeyler söyleyecek oldu. Fakat soyunu sopunu bilmediği şu yobazın cin padişahlarıyla senli benli konuştuğunu, onlara mühim işler gördürdüğünü ve saraya da ihtiyaç üzerine getirtildiğini düşünerek dişini sıktı, nefsini zorlayarak güler yüz gösterdi.

      “Buyurun efendi!” dedi. “Aslanım her zamanki yerine otursun, siz de şöyle buyurun.”

      Nezaketle onu hünkâra bitişik durmaktan ayırmak, biraz uzağa atmak istiyordu. Molla Hüseyin bir lahzada maksadı sezdi, korkunç tavrını bozmamakla beraber uysal davrandı, padişahı sırma saçaklı sedire oturttu ve Kösem’i kandilli bir temenna ile selamlayarak biraz kenara çekildi.

      “Şevketlu hünkârı…” dedi. “Çok ihmal etmişsiniz. Oturduğu oda külhan cinleriyle, çöplük perileriyle dolu. Üstünde de talii esed muskası yok. Ondan ötürü uykusuz kalıyor, iştahtan kesiliyor, sararıp soluyor. Dercengievvel o muskayı yazmak, insücine karşı velinimet efendimizi şirin göstermek, kem gözler için zırhlamak lazım.”

      Valide sultan da talii esed muskasını bilmediğinden