M. Turhan Tan

Cinci Hoca


Скачать книгу

ise zikri de odur.” meselinden ilham alarak keramet tasladığını ve keşfinin doğru çıkmaması hâlinde hiç sıkılmadan “Sen şeytani rüyalar gördün. Uyanınca unutman tabiidir!” deyip işin içinden sıyrılacağını takdir edemezdi, o sebeple herifin gaipten haber verebildiğine inanıvermişti.

      Molla Hüseyin bu pek sade buluşla zeki Kösem’i de hayrete düşürdükten sonra meşhur talii esed muskasını çizmeye girişti. Cine, periye inananlarla fala, remile, cifre, havasa ait risaleleri, kitapları okuyanlarca malum olduğu üzere bu muska kuyruğu kabarmış ve bir çakıl taşını ısırarak iki parçaya ayırmış bir aslan resmini ihtiva eder. Aslanın önünde bir yılan bulunur ve yılan, o kuvvetli mahlukun ayaklarından yüzüne doğru süzülmüş, ağzını onun ağzına doğru açmış olarak tasvir olunur. Yılanın arkasında bir akrep bulunmak da şarttır.

      Cinci Hoca, Rafaillerin, Leonardoların, Hansların, Peterpollerin ruhunu azaba, ızdıraba düşürecek bir liyakatsizlikle ve pis bir kâğıt üstünde bu gayritabii sahneyi çizmeye çalışıyordu. Aslan onun beceriksiz kalemiyle yarı öküz, yarı keçi gibi bir sima alıyordu. Yılan yapraksız bir dal şeklinde vücut buluyordu, akrep de sümüklü böceğe benzeyerek teressüm ediyordu.

      Fakat o, vakur bir pervasızlıkla bu kepazeliği yaratmakta devam ediyordu. Bir çiçek resmi yapıp da ona “aslan” dese inandıracağına emniyeti vardı. Çünkü ecinni diyarında aslanların çiçek kılığında yaşadıklarını söylemesine mâni yoktu.

      Nitekim Kösem’le oğlu da onun yarattığı aslanla yılanı ve sümüklü böcek biçimindeki akrebi, küçük bir itiraza cüret edemeden, hayran hayran seyrettiler ve lütfen yaptığı izahı da tam bir imanla dinlediler. Molla Hüseyin, muskanın manasını şöyle anlatıyordu:

      “Buradaki aslan, esed burcuna giren güneşin remzidir. Şevketlu hünkârın da timsali aslandır, talihi güneştir. Yılan, insücinden velinimet efendimize düşmanlık edecekleri gösterir. Akrep, yılana zehir veren mahluktur, burada düşmanın meramı demektir. İlm-i azayime göre okuduğum dualarla yılanı aslanın karşısında felce mahkûm ettim. Akrep de can çekişmek üzeredir. Şimdi kuyumcubaşı bu resmi altın bir levhaya geçirip bana verecektir. Ben de onu kırk bir bin salavat, doksan dokuz bin İsmi Azam duası okuyarak gül suyu içinde halledilmiş zafrana sokup çıkaracağım, sarı atlasa sarıp daire-i kübranın ortasında cinnî teşrifatla şevketlu efendimizin mübarek boyunlarına asacağım. Ondan sonra yanınıza ne cin gelir ne peri!”

      Resim, besmelelerle tutularak ve baş üzerinde taşınarak kuyumcubaşına götürülürken Deli İbrahim sordu:

      “Ya benim odadaki cinler ne olacak hoca efendi?”

      “Onları ben şimdi süpürge sopasıyla kovacağım.”

      Deli İbrahim, bir iki kere yutkundu, gözlerini sağa sola çevirerek uzunca ve muzdarip bir düşünce geçirdi, sonra çekine çekine Molla Hüseyin’e sokuldu:

      “Cariyeleri hizmetime çağırmaya izin var mı? Cinlerle bu işi de konuşmayacak mısınız?”

      Molla Hüseyin, koynundan bir parça çördük daha çıkardı, bir bardak su ile hünkâra yutturdu ve valide sultanı “Siz taşraya buyurun.” sözüyle odadan uzaklaştırarak kadıncıl deliyi karşısına oturttu, bir sürü şeyler okuyup üfürdü, adamcağızı nefesinin kuvveti ve sıcak yeli altında bir iyi bunalttıktan sonra ellerini tuttu:

      “Mehlikayi Efsuni yanımızdadır. İradene ram olacak cariyeyi benim gözümde sana gösterecektir. Sıdk ile, hulus ile gözüme bak.”

      Deli İbrahim, zayıf gözlerini mollanın kıvılcımlı gözlerine dikti, orada mutlaka bir kadın yüzü göreceğine inanarak uzun uzun baktı ve birden haykırdı: “Gördüm hoca efendi, gördüm!”

      “Kimi?”

      “Kör Süleyman Paşa’nın yolladığı mavi gözlü kızı!”

      “Adı ne bu kızın?”

      “Turhan.”

      “Öyle ise bu gece onu hizmetine çağır. Mehlikayi Efsuni’den söz aldım. Sana yetmiş yedi erkek kuvveti verecek. Artık merak etme.”

      Cinci Hoca’nın keşfi doğru çıktı, Deli İbrahim o gece Rus güzelliğinin müstesna bir numunesi olan Turhan’la baş başa kalmaktan memnun oldu. Molla Hüseyin’in yaman bir bilgiç olduğuna inanmakla beraber oğlunun hüsrandan kurtulacağını henüz şüpheli bulan valide sultan, cin imparatoriçelerinden birinin işaretiyle sekiz yüz halayık içinden seçilip gerdeğe koydukları Turhan’ın son günlerde birçok halayığa yapıldığı gibi dayak atılarak kapı dışarı edilmesini bekliyordu. Fakat genç Rus kızı girdiği yerden kovulmadı, sabaha kadar omzuna yükletilen vazifeyi gördü ve ancak gün doğarken efendisinin yanından ayrıldı, kızıl bir yorgunluk içinde Kösem’in yanına gelip el öptü.

      Bu hadise saray halkını sevinç içinde bıraktığı gibi Kubbealtı’nı da neşeye boğmuştu. Herkes cinler elinde kudretini kaybeden hünkârın selamete ermesini canla başla alkışlıyordu, samimi surette bayram yapıyordu.

      İbrahim, bu umumi sevinç arasında şehrayinler tertip etmeye kalkışmış, sarayın içini dışını donatmış, çalgılar çaldırmış ve bütün saray halkını ziyafete çağırarak saadetini onlara da tattırmıştı. Fakat Cinci Hoca’yı da unutmuyordu, parlak bir ikramla onu memnun etmeyi düşünüyordu. Şu kadar ki kendine padişahlık zevklerinden en büyüğünü yeni baştan veren bu lütufkâr adama nasıl bir iyilikle mukabele edeceğini takdir edemiyordu. Anasıyla görüştükten sonra bizzat hocaya sormayı ve onun isteyeceği şeyi vermeyi kararlaştırdı, Molla Hüseyin’i çağırttı.

      “Senden…” dedi. “Çok memnunum. Allah bilgini artırsın, bundan geri yârimsin, birinci adamımsın. Yanımdan ayrılmayacaksın. Yalnız bir üzüntüm var. Sana nasıl ikram edeceğimi bilemiyorum. Dile benden ne dilersen, desem darılır mısın?”

      Molla Hüseyin, dünkü Cinci Hoca değildi. Cübbesinin önünü kavuşturarak edepli bir duruma bürünüyordu, padişaha son derece saygı gösteriyordu. Mazhar olduğu iltifata da yine edibane cevap verdi:

      “Estağfurullah efendimiz…” dedi. “Bana ikrama mecbur değilsiniz. Ben vazifemi yaptım, sizi cinlerin şerrinden kurtardım. Bundan sonra da gözümü dört açıp hiçbir cinin size yaklaşmasına meydan vermeyeceğim. Sık sık da Şahişahan’la, Mehlikayi Efsuni’yle, Dürrüttac ile konuşup efendime yarar bir şey duyarsam hemen arz edeceğim.”

      “Berhudar ol hoca efendi ama ben padişahım. Sana bir iyilik etmek isterim. Ne yaparsam memnun olacağını mutlaka söylemelisin.”

      Molla Hüseyin, önünde asılı duran altın merdivenin basamaklarını hızla aşmak ve en üst basamağa ulaşıp orada yaşamak hırsıyla kıvranıp duruyordu. Bu merdiven, ulemaya mahsus mertebeleri gösteriyordu ve başında şeyhülislamlık feracesi asılı duruyordu. Fakat hırsını hissettirmek istemediğinden ağır davranıyordu. Hünkâr “Söyle hocam.” diye ısrar edince yer öptü:

      “Bir müderrislik payesi ihsan buyurursanız kulunuzu ihya etmiş olursunuz.”

      “Verdim hocam, hemen verdim.”

      Hünkâr, müderrisliğin adını duymuş olmakla beraber bu işin ne olduğunu ve kimlerin ne suretle müderris yapılacağını bilmiyordu. O devirde yaman bir ocak zihniyeti taşıyan, aralarında kuvvetli bir tesanüt52 yaşatan hocalar da kanun ve teamüle aykırı rütbe, mevki ve hizmet verilmesine kolay kolay rıza göstermezlerdi. Bu sebeple Cinci Hoca’ya müderris payesi verildiğini bildiren emirname Şeyhülislam Yahya Efendi’ye gelir gelmez kıyamet koptu, her ağızdan bir isyan sesi yükseldi. Bütün ulema zümresi henüz mülazım bile olmayan bir üfürükçüye böyle