herkesin iyi bir adam diye tanıdığı Karabaş oğlu Mehmet Çelebi, yakasına yapışan hastalıktan kurtulamayacağını anlayınca çocuklarının en küçüğü olan Hüseyin’i çağırttı, döşeğinin ayak ucuna oturttu.
“Oğul…” dedi. “Ben göçüyorum. Size su yüzü görmez iki üç tarlayla şu viran evden başka bir şey bırakamıyorum. Emmim Emrullah kadıdır ama kör muma benzer, dibini şöyle dursun yanını, yönünü aydınlatmaz. Babamızın kardeşi diye evine gitseniz kapıyı açmaz, yüzünüze bakmaz. Onun için kardeşlerinle el ele verip kendi yağınızla kavrulmaya çalışmanız gerek. Gelgelelim sende sapan kullanacak, balta sallayacak kol yok. Bir öküze saman veremezsin, bir sıpaya şu içiremezsin, kardeşlerinle de geçinemezsin. Sen daha yeri, göğü ayırt edemezken bu başarısızlığın gözüme çarptığından günlerce düşündüm, seni okuryazar bir adam yapmak istedim. Tarlayı çapalayamayan eline kalem de yakışmadı, yirmi beş yaşına geldiğin hâlde dersin emsileyi geçmedi. Ben gözümü yumunca aç kalacaksın, sürüm sürüm sürüneceksin. Bari İstanbul’a git, bir medreseye yazıl, bedava fodla29 yiyip geçin, kardeşlerine yük olma.”
Hüseyin’in sıhhat fışkıran kırmızı yüzünde derin bir hayret dolaştı; iri, siyah gözleri biraz daha irileşerek açıldı ve dudakları kekeledi:
“Ben mi İstanbul’a gideyim baba? Bu yaşa geldim burnumuzun dibindeki Daday’a gitmedim, Aktaş’a adım atmadım. Hangi ödle dağlar aşıp, denizler aşıp İstanbul’a varırım ben?.. Haydi sözünü tutmak için gözümü kapayayım, tevekkeltü alallah deyip yola düşeyim. İstanbul’da niderim, nice barınırım?.. Medreseye gir diyorsun. Öğrendiğim bir nasara! Onunla İstanbul gibi bir yerde adama fodla yedirirler mi?”
Hasta adam derin derin içini çekti:
“Yer değişince kısmet de değişir. Sen Allah’a tevekkül et, sefere çık. Bahtın belki yâr olur; elin, koynun para görür. Emsileden binaya30 çıkamamak ayıp olsa da gam değil, senin kadar bile okumayanların kazasker olduklarını çok gördük. Talihin uyanırsa sen de bir gün şeyhülislam olursun. Fakat takdire rıza gösterirken tedbiri elden bırakmamalı. Ben sana üç dört yazılı dua bırakacağım. Onlar köşedeki dolabın içindedir, kara kaplı kitabın arasındadır. Ben ölünce duaları al, gece gündüz çalışıp ezberle. İç sıkıntısına, hafakana, kara sevdaya, uykusuzluğa bu dualar birebirdir. İstanbul’da zevk ehli ne kadar çoksa sıkıntıdan patlamak kertesine gelenler de o derece boldur. Çünkü zevkin çoğu sıkıntı getirir. Tıpkı çok yiyip rahatsızlanmak gibi… Sonra İstanbul ‘acayip’ şehirdir. Orada hemen herkes sevdaya düşkündür. Boyuna sevda çekmekten de kara sevda doğar. Demek ki öğreneceğin duaları sık sık harcamamak için İstanbul’da hiç güçlük çekmeyeceksin, elverir ki nefesinde hayır olduğunu yayabilesin, kendini tanıtasın.”
Molla Hüseyin, işte bu vasiyet üzerine kafasını günlerce yordu, öbür dünyaya göçüp giden babasından miras kalan surhubad, kenzül’arş gibi duaları beynine nakşetti. Zaten remil atmayı, cifir denilen mevhum ilme göre rakamlar ve harfler sıralayıp onlardan mana çıkarmayı, bir ramazan ayını Tanrı misafiri olarak Safranbolu’da geçiren Faslı bir dilenciye hizmet ederken şöyle böyle öğrendiğinden İstanbul’da üfürükçülüğe başlamak için lüzumu kadar sermaye tedarik etmiş oluyordu.
O, zannolunduğu kadar ahmak değildi. Vurdumduymaz görünmesi, kendisinden istenilen işlerde beceriksiz davranması tembelliğindendi. Yorulmak istemezdi, zahmetten kaçınırdı. Bütün düşüncesi üzülmeden, yorulmadan karnını doyurmak, tatlı rüyalar işleye işleye uyumaktı. Babasının vasiyetini kabul edip üfürükçülüğe karar vermesi de tarlada saban, koruda balta kullanmak mecburiyetinden sıyrılmak içindi.
Molla Hüseyin, kısa bir mülahaza ile İstanbul’a gitmeyi -yorucu zahmetlerden kurtulmak bakımından- gerekli bulmakla beraber tecrübe olunmamış bir hünerle, yabancı bir muhitte ekmek kazanılmayacağını da takdir ettiğinden -bugünkü tabire göre- bir staj devri geçirmek istedi. Babasının taylasanlı sikkesini başına, yeşil cübbesini sırtına geçirdi, Ahmediye gibi Türkçe, Taberî gibi Arapça bir iki kitabı heybesine yerleştirdi, Safranbolu mıntıkasında seyahate çıktı.
O devirde sikke ve cübbeye çok saygı gösterilirdi, hele kitap taşıyanlara son derece ikram olunurdu. Ta Fas’tan, Yemen’den, Hint’ten, İran’dan Türkçe bilmez birtakım açıkgözlerin Anadolu içerilerine sokulup midelerini ve keselerini bol bol şişirebilmeleri, hep ilmin ve ruhi salahın kılıkta, kıyafette aranmasından, ne olduğu bilinmeyen kitaplara körü körüne hürmet edilmesindendi.
Molla Hüseyin de bu ananeden istifade ediyordu, her köyde barınacak yer bulup mükemmel surette karın doyuruyordu. Fakat o, midesinin ibramıyla, hatta para toplamak hırsıyla dolaşmıyordu. Üfürükçülük tecrübesi yapmak, hastaların muzdarip ruhları üzerinde duaların yapacağı tesiri sınayarak zekâsını istikbale hazırlamak istiyordu.
Onun için birçok çarelere başvuruyor, birçok düzenler kuruyor, halkın merakını tahrik için birçok tedbirler alıyordu. İlk planda saffetlerini meramına alet ettiği kimseler, çocuklardı. Kırlarda rast geldiği sekiz on yaşındaki yavruları babaca okşar, dağarcığında taşıdığı somunlardan bir dilim ve sahipsiz bahçelerden derleyip de sakladığı meyvelerden bir tane sunarak kendilerini sorguya çekerdi; köylerinde hasta bulunup bulunmadığını, varsa dişi mi, erkek mi olduğunu, ne vakitten beri yattığını ustalıkla öğrenip hafızasına geçirirdi.
Çocukları söyletirken bilhassa kısır kadınlar üzerinde dururdu, kocaya varıp da yıllarca ana olamayan talihsizlerin isimlerini bellemeye çalışırdı.
İşte bu usulle o, Eflani, Aktaş, Ulus, Araç, Daday mıntıkalarındaki bütün köyleri evvelden tanıyarak ziyaret etmek ve kılığına gösterilen saygıyı çarçabuk hayrete çevirmek imkânını buluyordu. Çünkü yabancısı göründüğü herhangi bir köye girip de eşraftan birinin evine yerleşir yerleşmez, hâlühatır sorulmasına meydan vermeden, ayran sunulmasını beklemeden cezbeye tutulmuş gibi bir tavır alır, başını göğsüne eğerek dalgınlaşır ve sonra iri gözlerini, ev sahibiyle odadaki hoş geldine gelmiş köylülerin üzerinde dolaştırarak gür bir sesle haykırırdı:
“Şimdi bir koyun kesin, etini köpeklere dağıtın, ikişer rekât da namaz kılıp Allah’a beni gördüğünüz için şükredin. Çünkü köyünüze cinler musallat olmuş. Daltaban oğlunun eşi Keziban, Altıparmak Hüseyin’in kızı Aşu onların şerrinden yatağa düşmüş. Saçsız Mıstık’ın karısı da gelen cinler tarafından bağlandığı için işte üç yıldır ana olamıyor.”
Ve evliyadan biriyle karşılaştıklarına hemen iman getirerek diz üstü gelen, sevinçle karışık bir hayretle ne yapacaklarını şaşıran köylülere emir verirdi: “Saçsız Mıstık’ı bana çağırın!”
Çalışmakta olduğu tarladan “Karabaş Evliya seni istiyor!” feryadıyla çalyaka edilip yanına getirilen herife sert sert çıkışırdı:
“Be gafil adam, eşini cinler kısır ederler, farkında olmazsın, Allah’tan medet aramazsın. İçin için onu boşamak yahut üstüne ortak getirmek istersin. Nedir bu gaflet, nedir bu insafsızlık?..”
Her köyde işte bu sahne tazelenirdi, Molla Hüseyin “Karabaş Evliya” diye tanılarak ve anılarak baş tacı yapılırdı. Keşfettiği hastaların tedavisi için eline ayağına düşüp yalvarırlardı. O, mide bozukluğundan vereme kadar bütün hastalıklara aynı duaları ilaç olarak kullanırdı, parmak dolamasından kansere kadar bütün yaralara da yine onları merhem niyetine ele alırdı. Mideler, bu üfürüklerle sancıdan kurtulur muydu,