alarak adlarını öğrendiği şeyhlere, hocalara kese kese para yollardı, baba olabilmek için onlardan dua isterdi. Bazen avrat pazarından bir iki saat uzaklaşmayı bile göze alırdı, ata binip sokağa çıkardı, üfürükçülerin ayağına kadar gidip kendine nefes ettirirdi.
Lakin bu gidişler sırasında zihni hep avrat pazarında kalırdı ve pazarın zevkine yeni yeni çeşitler katmak için uzun düşünceler geçirirdi. Kızlardan bir bölüğünü erkek, genç harem ağalarından bir bölüğünü kız kıyafetine sokmak fikri de işte böyle bir sırada kafasına doğmuştu.
Tacidar delinin kızı erkek ve erkeği kız kılığına sokarken düşündüğü şey, devlet adamlarıyla ve bütün kadınlarla eğlenmekti. Bu düşünce dolayısıyla kıyafetçe erkekleştirdiği kızlara Horasani börkten başlayıp üsküf, Selimî, kallavi, Yusufî, urf, düzkaş, kalafat, dardağan, paşayî, zaimî, kâtibî, kafesî, perişani, çatal, mollayî, silahşorî, takke, yelken, brata, tas, kalpak, kalıp işi gibi kavukları, külahları giydirerek ecelacayip bir başlık sergisi vücuda getirmişti. Bu kavukların, külahların her biri bir zümre tarafından kullanılırdı. Deli İbrahim, her kıza bir zümrenin başlığını takmakla o zümreyi kendince tehzil etmiş17 oluyordu.
Kız kılığına soktuğu harem ağaları da canlı bir kıyafet sergisi teşkil ediyorlardı. Şalgebe, beyaz gömlek, çuha ferace, boğası kaftan, alaca çakşır, yırtmaçlı, kapama, cepken, yelek gibi devrin zümrevi elbiselerinden her çeşidi bu siyah mahlukların sırtında görünüyordu; diba, sevai, lahur, elvan, sof, Bursa alacası, Venedik kadifesi, İngiliz çuhası, Nemse bezi gibi kumaşların hepsinden birer örnek -hadımlıklarına rağmen- erkek biçimine sokulan zavallı kölelerin omuzlarında, bellerinde, bacaklarında renklerini pırıldatıyordu.
Altmış yıl sonra Topkapı Sarayı’nda halayıklarla harem ağalarının açıkça gelin-güvey oyununa başlamaları Deli İbrahim’in ektiği bu tohumun neticesi sayılabilirdi. Lakin o, yaptığı işten neler çıkacağını düşünecek kudrette değildi ve öyle bir kudrete malik olsa bile zevkini istikbal endişesine feda edemezdi. Eğlenmek, kadınlardan son hadde kadar zevk almak istiyordu ve bu dileğini tatmin için her kepazeliği yapıyordu.
Eğer Kösem Sultan olmasa ve onun rica şeklinde yaptığı sert ihtarlar bulunmasa Deli İbrahim, kadın tebaasından başka kimselerle de vazife bakımından meşgul olmaya mecbur bulunduğunu belki hatırına getirmeyecekti. Kâinatı sarayında kurduğu avrat pazarından ibaret görüyordu, padişahlığın zevkini o pazarda çıkartıyordu. Lakin anası, her cinnet gecesinin sabahında onun başına dikiliyordu, yalvarır gibi görünen bir sesle emrediyordu:
“Haydi aslanım, taşra çık, Kubbealtı’na var. Vezirler, ocaklılar mübarek didarını görmezlerse sağlığından kuşkulanırlar, fitne uyandırırlar, seni telaşa düşürürler. Yüzünü görsünler ki yürekleri rahat etsin.”
Her gün tazelenen bu ihtarlar onu sadrazamla, vezirlerle, defterdarla temas etmek zorunda bırakıyordu. İlk günlerde Kubbealtı’na gitmekten, kafes ardına oturup divan müzakerelerini dinlemekten son derece sıkılıyordu. Hele divan sonu sadrazamın yanına gelerek Nemse işi şöyle, Lehistan meseleleri şöyle, İran maslahatı şöyle mukaddimeleriyle bir saat söylenmesinden fena hâlde huylanıp için için küfürbazlığa girişiyordu. Fakat zaman geçtikçe padişahlığın bu tarafından da zevk almaya başladı. Koca koca kavuklarıyla, renk renk kıyafetleriyle, alay alay paşanın, mollanın, ağanın kendi önünde yerlere kapanmaları, vücutlarından ve çalımlı ağırlıklarından umulmayan bir çeviklikle koşa koşa gelip ayağını öpmeleri artık hoşuna gidiyordu.
Bu hoşlanışın hududu adam öldürtmek zevkini ilk tattığı gün bir derece daha genişledi ve Deli İbrahim, avrat pazarında olduğu kadar Kubbealtı’nda, arz odasında oturmaktan da sıkılmaya başladı. Şimdi anasının ihtarına hacet bırakmadan erken erken dışarı çıkıyordu, uçurulacak kelleler için emir vermek iştiyakıyla muhteşem sedirine uzanıp geviş getirmeye koyuluyordu.
Ona bu dalaletli zevki tatmak fırsatını Emir Güne oğlunun yanlış bir hareketi vermişti. Kendi adını taşıyan köyde18 Sultan Murat’ın verdiği sarayı bir kepazelik kaynağı hâline koymuş, yıllardan beri eğlence namına her edepsizliği yapmış ve Sultan Murat’a da yaptırmış olan bu İranlı mülteci, hovarda efendisinin ölmesi üzerine telaşa düşerek eski yurduna dönmek, yıllardan beri zevk tellallığı sayesinde kazandığı hazineleri oraya aşırmak yolunu aramaya koyulmuştu. O sırada İstanbul’a İran’dan bir elçi geldi, Emir Güne oğlu bol para ve bol armağan vererek onunla müzakereye girişti. Elçi, bir yandan onu sızdırmak, bir yandan da vaktiyle memleketine ihanet etmiş bir adamı ceza görebileceği bir muhite sokarak ün almak düşüncesiyle Emir Güne oğlunu iltizamdan çekinmedi, herifin İran’a gitmesine müsaade edilmesi için sadrazam nezdinde teşebbüste bulundu. Hâlbuki Kara Mustafa Paşa, Osmanlı vezirleri arasında yer alan sabık mültecinin milyonlar değerinde bir serveti aşırmasına göz yumacak adamlardan değildi. Elçinin bu işe burun soktuğunu görünce kararını verdi, Deli İbrahim’in huzuruna çıktı.
“Yusuf Paşa…” dedi. “İran’a savuşmak ister.”
Hünkâr sordu:
“Yusuf Paşa da kim lala?”
“Asıl adı Emir Güne oğluydu. Cennetmekân kardeşiniz, bilinmez neden, ona Yusuf deyip paşalık verdi. Köftehorun biri.19 Birkaç yıl içinde hazineler düzdü. Şimdi yurduna dönmek diler. Elçiyi de kandırmış, ben kuluna yollayıp şefaat ettirmiş.”
“Nidelim biz?”
“Yusuf Paşa’nın artık gereği yok. Ferman buyurursan gideririz.”
“Evvel gereği var mıydı?”
“Rahmetli hünkâra sakiler bulurdu, köçekler tedarik ederdi. Devlet kapısında başka bir işi yoktu.”
“Mademki öyledir, gideriver lala. Fakat hazineler ne olacak?”
“Efendimin hazinesine geçecek.”
“Durma öyleyse lala. Kestir kafasını teresin!”
Yakın zamana kadar kendi kafasının kesilmesinden korkan deli adama, bir vezir kellesini uçurma emrini vermek o kadar tatlı gelmişti ki hareme dönünce bütün kızlara bu hadiseyi anlatmaktan kendini alamadı, “Padişah değil miyim ya, keserim, kestiririm!” mukaddimesiyle uzun uzun övündü. Lakin Emir Güne oğlunun nasıl öldürüldüğünü gözle göremediğinden bu işten aldığı zevki eksik buluyordu, dalaletli ruhunu tamamıyla hoşnut edecek yeni bir fırsat arıyordu.
Kına oğlu isminde birinin zulmünden şikâyet için İstanbul’a gelen beş on kişinin bir tenezzüh20 sırasında önüne çıkıp “Adalet isteriz!” diye bağırmaları ona aradığı fırsatı verdi. Sadrazamın Sivas’a vali yaptığı Kına oğlunu hemen getirtti. Ayasofya çarşısındaki bir kasap dükkânına astırttı ve debdebeli bir alayla oradan geçip iradesine kurban giden adamı uzun uzun seyretti.
Artık memnundu, “Asın!” der demez gazabına uğrayan veya hoşuna gitmeyen herhangi bir kimsenin ahireti boylayacağına iman getirmişti ve padişahlığın bu yaman kudretini sınamış olmak zevkiyle böbürlenip duruyordu. Öldürülen adamların paralarına, elmaslarına, kumaşlarına konmak onun kan dökmekten aldığı hazzı büsbütün çoğalttığından ikide bir sadrazamı çağırıp sormaya başlamıştı:
“Kesilecek kafa yok mu lala?..”
Kara Mustafa Paşa bu sualin nasıl bir hırstan doğduğunu sezerek yüzünü ekşitir ve şöyle bir cevapla bahsi kapardı: “Olunca haber veririz