M. Turhan Tan

Cinci Hoca


Скачать книгу

seçerdi. Kara Mustafa Paşa işte bu suretle seçilmiş, imparatorluk idaresinin başına getirilmiş bir adamdı. Huyu da boyu ile uygundu. Korku bilmez ve hiçbir şeyden yılmaz, yavuz bir kişiydi. Sırtı yere gelmez bir pehlivan, yumruğuna dayanılmaz bir kahraman, tam manasıyla sahipkıran tanıyıp candan saygı gösterdiği efendisinin ölümünü duyar duymaz, içi yana yana saraya koşmuştu, yeni padişahın tahta çıkması töreninde bulunmaya hazırlanmıştı. Veliahdın hasta mizaçlı olduğunu bilmekle beraber ölen hükümdardaki haşin meziyetlerden, vahşi kudretlerden bir kısmının onda tecelli edeceğini umuyordu. İç ağasının getirdiği haber o ümidini birdenbire sarstı, içine elem verdi. Sadrazamı sakalından dolayı bostancıbaşı sanacak ve ölüm korkusuna düşecek bir padişah, ona köle ruhlu bir biçare görünmüştü.

      Fakat orada da duramadı, eski efendisinin cansız olarak yattığı odanın önüne gitti, inkisara uğramış hayalinin matemini yüreğindeki yasla karıştırdı, kollarını kavuşturup beklemeye koyuldu.

      Biraz sonra kafesten gelen kafile de oraya ulaştı ve Deli İbrahim’in ayakları yeni baştan birbirine dolaştı. Sadrazamın canlı bir ehramı andıran endamından korkuyor, gözleri kamaşmış bir durum alarak geri geri çekiliyordu. Kösem Sultan, kölesinden korkan efendiyi cesaretlendirmek için heybetli veziri oğluna tanıttı:

      “Lalan budur aslanım. Padişahlığını kutlamaya, mübarek ayağını öpmeye geldi.”

      Kara Mustafa Paşa, içinden kabarıp gelen bulantıyı güçlükle yendi, yere kadar eğildi:

      “Başınız sağ, tahtınız kutlu olsun ulu hünkâr! Kudumunuz devlet için, memleket için hayırlı olur inşallah.”

      Vezirin sözleri çelik bir tepenin konuşması gibi hünkâra sert geliyor ve haşyetle karışık bir hayretle onu süzüyordu. Belki üç, belki beş dakika bu garip vaziyette kaldı, sonra mırıldandı:

      “Bana hile edersiz, âl edersiz.”

      Kösem’in sabrı artık tamamıyla tükendiğinden kaşlarını çattı.

      “Bu kadar naz…” dedi. “Çekilmez! İstersen tahtı boş koy, yeniden kafese gir!”

      İleri gitmeyen deli, şimdi geri dönmeye de yanaşmıyordu. Kudretsiz ruhunda kucak kucağa gelen can korkusuyla taht sevgisinin boğuşmasından bunalarak anasıyla kapı ağasının kolları arasında bocalayıp duruyordu.

      Sadrazam, havsalasına sığmayan bu sahneye karşı gözlerini yumuyordu, ağalar ve iç oğlanları için için homurdanıyordu. Nihayet yine onlar, o saraylılar tarafından -Sultan Murat’ın öldüğüne antlar içilmek suretiyle- vaziyet düzeltildi, deli hünkâr cenaze odasına sokuldu.

      Kapı ağası eşikten içeri girer girmez ileri atılmış, cesedin yüzünü açmıştı. İbrahim, bu hızlı davranış yüzünden yeni bir densizlik yapamadı, ister istemez ölüye baktı ve gülümsedi. O sapsarı çehre, o kapalı gözler, o hareketsiz vücut, kendini boğduracak kudretin artık yeryüzünden silindiğini çirkin bir belagatle anlatıyor ve bu çirkinlik ona, kâinatın en güzel hakikatlerinden daha cazip görünüyordu.

      Korkak delide beliren değişiklik yanı başında bulunanları şaşırtacak kadar büyüktü. O fersiz gözler birdenbire ışık içinde kalmış, o iki büklüm beden bir lahzada dikleşmiş, o titreyen bacaklar çarçabuk çelikleşmişti. Yalnız dudakları kapalıydı, tek kelime konuşmuyordu.

      Kösem, kendine geldiğini sevinçle gördüğü oğlunu konuşturmak için yumuşak bir sesle sordu: “Artık inandın, değil mi aslanım?..”

      O, gülümseyen bakışlarını cenazeden ayırıp anasına çevirdi, uzun uzun baktı.

      “Eh…” dedi. “Padişah olmuşum, inandım gayrı.”

      “Öyleyse taht odasına buyurun, cülus edin. Lalan seni oraya iletsin!”

      İbrahim, sevine sevine ve salına salına odadan çıkarken sadrazam, valide sultana sokuldu, fısıldadı:

      “Şevketlu hünkâr, kafes kılığıyladır. El öpmeye, ayak öpmeye gelenler onu saçında gülle, dardağan çakşırla görürlerse nice olur? Lütfedin de kılığına nizam verin.”

      Kösem, telaştan ve ızdıraptan bu biçimsizliği unutmuştu, oğlunu tahta oturtmayı saadet bilip terini kurutmaya hazırlanıyordu. Vezirin ihtarı üzerine gamlı gamlı içini çekti:

      “Rahmetli ammisi gibi allahlık.5 Dünyaya bir pul kadar değer vermiyor. Lakin hakkın var, bugüne bugün padişahtır. Ele güne karşı baş açık çıkması doğru değil.”

      Hünkârın ayarını çoktan tespit etmiş olan vezir, kendi kendine “Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu.” demekle beraber kısa, uzun hiçbir cevap vermedi, valide sultanın deli padişahı yakalayıp bir odaya sokuşunu, oradan giyimli, kuşamlı olarak çıkarışını seyirle iktifa etti.

      Artık taht odasına gidilmeye mâni kalmamıştı, bütün güçlükler yenilmiş sayılabilirdi. Fakat İbrahim, o odanın kapısı önüne gelir gelmez durdu, arkasından gelmekte olan sadrazama yüzünü çevirdi, sert sert sordu:

      “Ben padişah değil miyim?”

      O, hayret içinde cevap verdi:

      “Beli sultanım, padişahsınız.”

      “Ne istersem yaparım, değil mi?”

      “Beli padişahım, yaparsınız.”

      “Öyleyse dönelim, kardeşimi bir daha görelim!”

      Deli adam, tam tahta oturduğu sırada cellatların boy gösterip kendisini cürmümeşhut hâlinde yakalanmış bir suçlu gibi alaşağı edeceklerini düşündüğünden ihtiyatlı hareket etmeyi tasarlıyor ve şayet kardeşi ölü taklidi yapıyorsa yine “istemem” teranesini tutturarak yakasını tuzaktan kurtarmak istiyordu. Heybetli vezir onun bu gülünç düşüncesini sezmekten geri kalmadı, lakin bir şey diyemedi, mahzun mahzun mırıldandı:

      “Peki sultanım, görelim!”

      Deminki sahne biraz sonra tazeleniyor, ölünün yüzü açılıp Deli İbrahim’e gösteriliyor ve hekimbaşı başta olduğu hâlde bütün saraylılar tahtın, tacın kendisine kaldığı hakkında antlar içerek herife emniyet telkin etmeye uğraşıyordu.

      İbrahim ancak bu ikinci muayeneden sonra korkuyu, telaşı, bocalamayı bıraktı, tahta oturmaya rıza göstererek vezirlere, hocalara, ocak ağalarına el ve ayak öptürdü. Osmanlı İmparatorluğu’nu -keyfine göre- idareye başladı. Onun ilk iradesini telakki eden Kösem Sultan’dı ve irade şu üç kelimeden ibaretti:

      “Güzel kadın isterim!..”

      Avrat Pazarı

      İstanbul’un Tavuk Pazarı, Irgat Pazarı, At Pazarı gibi bir de Avrat Pazarı vardır. Cerrahpaşa civarındadır. Eski tarihte bu pazara forum d’Arcadius derlerdi, sonradan garip bir tebadül6 ile arkad, avrat oldu ve hiç yoktan ortaya bir avrat pazarı çıktı.

      Hâlbuki beride, İstanbul’un en güzel bir yerinde kurulu olan Topkapı Sarayı, on yedinci asrın ortalarına doğru gerçekten avrat pazarı hâlini almıştı, zengin bir kadın sergisi biçimine girmişti. Orada yalnız kadın düşünülüyor, yalnız kadın konuşuluyor ve yalnız kadın alışverişi yapılıyordu. Bu itibarla hiç yoktan Avrat Pazarı adını taşıyan yere münasip bir isim vermek ve Topkapı Sarayı’nı Avrat Pazarı diye anmak lazımdı. Nedense bu lüzum ihmal edildi. Tarihin tebessümle kabul edeceği bir ad, o esrar mahzeni sarayın kapısına nakşolunmadı.

      Fakat bu ihmal, tarihin binbir vesika ile kaydettiği bariz bir hakikati örtmüş değildir ve Deli İbrahim’in