M. Turhan Tan

Cinci Hoca


Скачать книгу

saray kapıcılarına, şeyhülislamdan kasap çıraklarına kadar âlim ve cahil hiçbir kimsenin bu babda kati bir söz söyleyemeyeceğini tahmin ediyordu. Onun mecnun düşüncesine göre her yolun bir sonu, her evin muayyen bir yüksekliği, her merdivenin birer birer aşılan basamakları, her cismin eni boyu olduğu gibi maddi zevklerin de azami dereceleri bulunmak lazımdı.

      Deli adam bu haddi keşif için bir çare ararken -maksadını sezdirmemeye çalışarak- sık sık hekimbaşıyı sorguya çekerdi.

      “Hammaloğlu..” derdi. “Bir adam en çok ne kadar ekmek yiyebilir?”

      O, safiyetle cevap verirdi:

      “Bilinmez ki sultanım. Mide meselesi. Ben kulun bir dilimi güç hazmederim, bir başkası sekiz somunu bir ağızda kıvırır.”

      “Demek adamına göre.”

      “Adamına ve iştihaya göre!..”

      Şeyhülislam Şair Yahya Efendi’ye de aynı bahsi başka şekilde açar ve ikide bir sorardı:

      “Neden dört kadını nikâhla almaya izin veriyorsun da on dört kadın alınmasını yasak ediyorsun?”

      “Tahammül ve idare meseleleri düşünülerek böyle yapılmıştır sultanım. Fakat teserri (odalık alma) kapısı açıktır. Kesesine, sıhhatine güvenen erkekler diledikleri kadar halayık alabilirler.”

      “Eskilerden en çok kadın alan kimdi acep?”

      “Hazreti Süleyman!”

      “Dedem mi?”

      “Hayır sultanım.”

      “Ya kim bu Süleyman?”

      “Hazreti Davut’un oğlu. Büyük peygamberlerden biri.”

      “Kaç karısı vardı onun?”

      “Üç yüz nikâhlısı, yedi yüz odalığı!”

      “Vay canına! Benden çok kadın toplamış ha. Yarından tezi yok, onu geride bırakacağım, benimkilerin sayısını bin iki yüze çıkaracağım.”

      “…”

      “Ne sustun molla! Padişah değil miyim ben, her istediğimi yaparım!”

      “Yaparsınız padişahım. Allah safayı hatır versin!..”

      Bu sorgularla maksadına eremeyince kendi dalaletli dehasına başvuruyor, aradığı haddi tespit için bir sınama şekli bulmaya savaşıyordu. Nihayet kâşiflikte yeni bir muvaffakiyet gösterdi ve anasına, kızlar ağası vasıtasıyla şöyle bir tebliğde bulundu:

      “Önümüzdeki perşembe günü sarayda yirmi dört gerdek kurulsun. Ben o gün yirmi dört kere evleneceğim.”

      Dediğini de yaptı, yirmi dört gelin odası süsletti, yirmi dört gelin seçti, kendine yirmi dört güvey kostümü hazırlattı, yirmi dört saz ve yirmi dört çengi takımı getirtti. Gelinliğe seçilen kızlardan artakalmış halayık sürüsünü yirmi dört müsavi kısma ayırıp her birine aynı bir kıyafet intihap etti, harem ağalarını da yirmi dört küme hâline koydu ve muayyen gün gelince düğün başladı.

      Saz ve çengi takımları haremin dışında, silahtar dairesi önünde toplanmışlardı, kendilerine verilen numaralara göre sıra ile çalıp oynayacaklardı. Deli İbrahim o daire ile harem arasındaki kapıdan geçerek saz dinlemeye geldi, Sultan Murat’tan kalma oymalı sayvana oturdu, garip bir gurur ve acip bir böbürlenme hissettire ettire emir verdi:

      “Saz başlasın!”

      Bir numaralı saz takımını dinlemeye, bir numaralı köçekleri seyretmeye ve bir numaralı gelinle yüzleşmek için bir numaralı gerdeğe girmeye hazırlanırken bir numaralı güvey kostümünü giyinmişti. Bu kostüm, kendinden önce gelen padişahların harp yolculuğunda, büyük geçit resimlerinde kullandıkları elbise olup kürk kaplı iç zırhla, elmas çaprastlı ve bağ yerleri yakutlu, zümrütlü dış zırhından, mücevher yayla yine mücevher kabzalı kılıçtan ibaretti. Başında yeşil şalla örtülü tolga ve çifte sorguç vardı. Eski hünkâr kıyafetlerinden bu kılığın farkı sorguçlar arasında üç tane karanfil bulunmasından ibaretti.

      Garp mitolojisinde harp ilahı olarak tasavvur olunan Mars’ın, Venüs’e aşk ilan ederken Volkan tarafından basıldığı ve sevgilisiyle beraber telden bir ağ içine konulduğu rivayet olunur. Mars o ağ içinde şüphe yok ki İbrahim’in bu çiçekli cengâver kılığına bürünmesi kadar gülünç değildi. Zira aşk yolculuğuna çıkarken kalkanını, okuyla yayını beraber götürmemişti, tabii bir vaziyette bulunuyordu.

      Gülünç deli, tolgayla karanfilin yan yana gelmesinden doğan maskaralığın farkında olamayarak hümayun iradesi üzerinde başlayan ahengi dinliyordu. Kemani Aşur’la Neyzen Torluk Dede’den, Tamburcu Fare Kalfa’dan, Şeştarcı Hürrem Çavuş’tan, Kanuncu Cağalaoğlu’ndan, Ravzacı Doygun Ömer’den terekküp eden ve Hanende Nane Çelebi ile Hafız Bahor’un, Mülazimoğlu’nun iştirakiyle kadrosu tamamlanan bir numaralı saz takımı gerçekten sanatkârane fasıllar yapıyordu, kıvrak nağmeler terennüm ediyordu. Fakat hünkâr, incelik ve zarafet değil, curcuna meftunuydu. Bu sebeple ahengin en heyecanlı deminde başından tolgasını çıkardı, sorguçlar arasındaki karanfilleri eline alıp baygın baygın kokladıktan sonra ferman buyurdu:

      “Köçekler gelsin!”

      Onlar zaten hazır ve iradeye muntazır olduklarından altın telli kumaştan yapılmış dörtkubbeli adını taşıyan etekliklerini kabartarak, büklüm kâküllerini dağıtarak sahneye koşmuşlar, göz alıcı pırıltılar içinde fırıl fırıl dönmeye başlamışlardı. Bunlar Süğlünşah, Mahmutşah, Çerkezşah, Nazlı Yusuf adlı dört meşhur köçekti ve Deli İbrahim’in -avrat pazarı dışında- iyiden iyiye tanıyıp da sevdiği insanların ilk safında bulunuyorlardı.23

      Musiki ilmine uygun, sanat incelikleriyle dolu bir ahenkten çarçabuk bıkan deli hünkâr, akide koluna mensup bu dört köçeğin dönüp dolaşmalarını seyre bir türlü doyamıyordu ve onların raksına biraz daha hız, biraz daha heyecan vermek için sazendeleri boyuna zorluyordu. Şu ibram24 biraz sonra sazı yaygara hâline getirdi, kulak zarlarının tahammül edemeyeceği bir gürültü vücuda geldi ve manasız velvele taşa taşa, dalgalana dalgalana saray duvarlarını aşarak dışarı döküldü, Ayasofya minarelerinde ezan okuyan müezzinlerin sesini bastırdı, namaza gelenlerin huzurunu altüst etti.25

      Fakat İbrahim’in neşesine had yoktu, payan yoktu. Üstündeki ağır zırhlar müsait olsa yerinden fırlayacaktı, Süğlünleri, Nazlı Yusufları koluna takıp oynayacaktı. Fakat kılığının sıçramaya müsait olmaması ve aynı zamanda bir numaralı gelini görmek için sabırsızlık hissetmesi yüzünden bu işi yapamadı, köçek faslına -düğün programı mucibince- fasıla verdi, hareme girdi.

      Bir numaralı halayık ve köle takımları içeride kendini bekliyorlardı. O, yeni baştan giyindiği tolgasıyla, zırhıyla, kılıcıyla, yayıyla eşik önünde görünür görünmez alkışlar koptu, arkasından düğün ilahileri okunmaya başlandı ve zatı şahane, bu teranelerle bir numaralı gerdeğe götürüldü.

      Fakat o bir haftada hazırlanan odada bir saatten fazla durmadı, bir numaralı gelini el öpmek üzere Kösem Sultan’ın yanına yollayarak tekrar silahtar dairesine çıktı, mahut sayvana kuruldu, iki numaralı saz ve köçek takımlarını vazifeye davet etti. Kılığını değiştirmiş, iki numaralı kostümünü sırtına geçirmişti. Samur kaplı bir üstlükle elmas düğmeli iç entarisinden, uçkuru sırmalı yeşil bir çakşırdan ibaret olan bu yeni kıyafette biraz evvelki kılıktan kalmış nişaneler, mahut karanfillerdi.

      İbrahim