M. Turhan Tan

Cinci Hoca


Скачать книгу

rel="nofollow" href="#n26" type="note">26

      Fakat ahenk, bu çılgın ahenk, deli hünkârın meramına göre şen bir neticeye varmadı, varamadı. Sûrun sonu şûr27 oldu. Kahkahanın yerini feryat aldı ve gelinlerin sayısı yirmi dördü bulduğu sırada Sultan İbrahim saravi ihtilaçlar içinde kıvrana kıvrana bayıldı.

      Saray bu sefer vaveyladan yıkılıyordu. Çalgıcılar, sanki bu felaketin sebebi kendileriymiş gibi süpürge sapıyla dövülerek dışarı atılıyordu. Köçekler, sille tokat sokaklara sürülüyordu. Çiçekleri henüz burunlarında, duvakları henüz yüzlerinde duran yirmi dört taze gelin uğursuzlukla itham edilerek koğuşlara sokuluyordu ve padişahla temasa mezun ağaların köşeden köşeye koşarak baygın deliyi ayıltacak çareler araştırdığı görülüyordu.

      Valide sultan, biraz önce şaşkınlıktan ve tahlili güç düşüncelerden sıyrılarak biricik oğlunun baş ucuna çömelmişti, bir yandan sadık halayıklarının yardımıyla gül suyu döküp masajlar yapıyordu. Bir yandan da Hekimbaşı Hamalzade Mehmet’i ağız bombardımanına tutuyordu:

      “Sen ne çeşit hekimsin herif? Efendin, velinimetin, padişahın ayılıp yatıyor da bir çare bulamıyorsun, sağını solunu bilmez ırgatlar gibi bakınıp duruyorsun! Ya aslanımı ayıltırsın yahut geberip gitmeye hazırlanırsın!”

      Hekimbaşı, yorgun aygırın nasıl olsa aklını başına devşireceğini bildiğinden telaş etmiyordu. Hatta valide sultana, kadınlara, harem ağalarına ve bizzat hünkâra ders teşkil etmesi için bu vaziyetin biraz daha sürmesini münasip görerek elini ağır tutuyordu. Fakat yirmi dört numaralı güvey kılığından tecrit olunan hastanın kan da zayi ettiği anlaşılınca soğukkanlı hekimin ağır davranmasına imkân kalmadı, o devrin ilmî usullerine göre müessir tedbirler alındı, delinin baygınlığı giderildi.

      Bu muvaffakiyet, başta valide sultan olmak üzere, herkesi neşelendirecekti. Lakin hastanın çok güçlükle açılan gözlerindeki derin manasızlık, yorgun çehresini saran koyu sarılık, bütün bedeninde beliren hareketsizlik, yeni baştan velveleli bir telaş uyandırdı, her ağızdan bir yaygara yükseldi, hasta odası şamata içinde kaldı ve söz bir kere daha ayağa düştü.

      Valide sultanın, kızlar ağasının, kâhya kadının, hazinedarın ve herkesin telaş göstermekte hakları vardı. Çünkü hünkârın boş bakışları hayatının sönmekte olduğunu gösteriyordu. Bakıp da görmeyen o gözlerde, inlemeye bile kadir olmayan o dudaklarda, muzdarip bir kımıldanışa dahi mecal bulamayan o hissiz bedende hızlı bir sönüşün bütün facaati teressüm ediyordu. İşte bu vaziyette kadınlardan biri hatırlattı:

      “Bir hoca, nefesi keskin bir hoca! Şevketlu efendimize nazar değdi.”

      İkinci bir kadın, aynı lüzumu başka bir mülahaza ile teyit etti:

      “Nazardan ziyade iyi saatte olsunların yeline çarpılmışa benziyor. Bu işlerden anlar bir hoca bulmalı.”

      Hekimbaşı, yirmi dört saatte yirmi dört düğün yapmış, yirmi dört gerdek değiştirmiş olan bir adamın baygın düşmesine, mecalsiz kalmasına değil sert bir inme ile geberip gitmemesine şaşılmak lazım geleceğini söyleyemezdi, iliklere kadar işleyen bir yorgunluğun izlerini de bir lahzada gideremezdi. Onun için bir iki ilaç hazırlatmakla beraber kadınların fikirlerine iştirak eder gibi göründü.

      “Şevketlu efendimiz…” dedi. “Yavaş yavaş kendilerine gelirler, eski hâllerini bulurlar. Fakat duanın da ruha tesiri inkâr olunmaz. İlimle amel eder salih bir kişi bulup nefes ettirmekte fayda var.”

      Kendisinin orada bulunanlar tarafından cehille itham olunduğunu anlıyordu ve küfürle de itham olunmamak için kadınlara uysal görünüyordu. Valide sultan işin hocaya, şeyhe kaldığını bu tavsiye yüzünden tamamıyla anlayınca gamlı gamlı içini çekti:

      “Öyleyse…” dedi. “Hemen adamlar çıkarılsın, nefesi keskin birkaç hoca bulunup getirilsin!”

      Bu emir, kızlar ağasını dışarı koşturdu; onun gösterdiği telaş kapıcıları, zülüflü ve zülüfsüz baltacıları, bostancılardan çoğunu harekete geçirdi ve kısa bir zaman içinde üç beş düzine saraylı İstanbul sokaklarına yayıldı.

      Bunların hiçbirine muayyen bir isim verilmemişti, sadece keskin nefesli hoca bulunup getirilmesi söylenmişti. Ondan ötürü devrin “evliyaları” sayılan Budala Hasan Dede gibi, Üçperçemliler gibi, Eskici Dede gibi avarelerin kapısına dört beş saraylı üşüşüyordu, Çınar şeyhi gibi kapısını gökten inecek melaikeye bile nazla açan müşterisi bol üfürükçülerin eşiğine ise yirmi uşak birden başvuruyordu.

      Gün henüz doğmamıştı, şeyhler ve hocalar yataklarından kaldırılarak -nezaketli bir zorlayışla- saraya götürülüyordu. Fakat hastanın durgunluğuna, ölgünlüğüne baktıkça hafakanlara uğrayan Kösem’in sabırsızlığı boyuna çoğaldığından gidenlerin dönmesi beklenilmeyerek üfürükçü aramaya yeni baştan adamlar koşturuluyordu. O meyanda ayağına çevik saray hamalları da yola çıkarıldı. Şuraya buraya sevk olundu.

      Hacı Mehmet adlı bir Arap da bunların arasında bulunuyordu. Büyük odunluğun ışıksız bir köşesindeki minderceğizine uzun ve kalın boynunu yayarak, gün doğmadan başlayacak meşakkatli vazifesinin yorgunluğunu tatlı rüyalarla peşince çıkarmaya çalışan Hacı Mehmet, göğsü tekmelenerek, bıyıkları çekilerek uykudan uyandırılınca neye uğradığını şaşırmış, sarf u nahve baştan başa aykırı lehçesiyle bir şeyler mırıldanmış ve kendine taalluk etmeyen bir işe koşturulacağını anlar anlamaz da padişaha dua eder gibi bir vaziyet takınarak Arapça küfürler savurmuştu. Fakat başına dikilen harem ağasının kamçısı, gidilecek yolun haritasını çıplak sırtına çizip durduğundan dua şeklindeki küfürleri bırakıp saraydan ayrılmak zorunda kaldı. Şu kadar ki odunluktan çıkarken uzun hizmet yıllarının mahsulü olan bir kese altını da koynuna yerleştirmeyi unutmadı. Hacı Mehmet için mabut, altındı ve sarayda bu altınlar pek bol olduğundan kendisi oraya taabbüt28 ediyordu. Sıkı bir murakabe altında namaza giderken, yoldaşlarıyla manga hâlinde sofraya otururken, ışıksız köşesinde uyurken bu keseciği eliyle sık sık okşamaktan geri kalmazdı, hatta terleye terleye odun taşırken bile gözü koynundan ve kesesinin ayrı bir kalp gibi göğsünde aldığı canlı vaziyetten ayrılmazdı.

      Şimdi de alaca karanlıkta sokağa çıkarken yürüme kuvvetini, hatta düşünme imkânlarını kesesinden alıyordu. Lakin biraz sersemdi, uyku mahmurluğu gözünden akıyordu. Nereye gideceğini, kimin kapısını çalıp kimin yakasına yapışacağını bilmediği için bu sersemlik ziyadeleşiyordu.

      Hamal Hacı Mehmet işte bu vaziyette Divanyolu’nu aştı, Çemberlitaş’a ulaştı ve o abidenin önünde biraz duraladı. Doğru mu gidecekti, sağa mı sapacaktı, yoksa sola dönüp yine saraya doğru mu inecekti?.. Hâlâ uyku iştiyakiyle derinden derine sızlayan gözlerini ovuşturarak kendine -sonu dayağa varmayacak- bir istikamet çizmeye çalışıyordu.

      Daha uzaklara gitmek hoşuna gitmiyordu, saraya dönmekten de korkuyordu. Sokaklar ıssızdı. Çemberlitaş, karşı taraftaki elçi hanını tarassut eden bir nöbetçi gibi bu esmer ıssızlık arasında bambaşka bir heybet teressüm ediyordu. Hacı Mehmet, nöbetçinin dile gelip kendisini gösterdiği tereddütten dolayı tekdire kalkışacağını kuruntuladığından sağdaki sokağa saptı, Mahmutpaşa Camisi’ne doğru birkaç adım attı. Çemberlitaş’tan uzaklaşıyor, fakat içindeki tereddütlerden uzaklaşamıyordu. Fikri de ruhu da kargaşalık içindeydi.

      Bu durumda hatırına keseceğizi geldi, altınlarını okşaya okşaya zihnine cila vermek istedi ve sevimli çıkınını koynundan çıkarıp