de limonata söyledim oysa kendimi bildim bileli limonun tadını sevmem. Bu sırada oturduğumuz koltuğa yaslanan değnek yere kaydı, neredeyse içgüdüsel bir hareketle onu almak için eğildim. Zavallı adamcağız, bana teşekkür etmek isteyince tanıdı beni, “Ah Zeno!” dedi.
“Tullio!”
Şaşırdım ve elimi uzattım. Okul arkadaşıydık ve uzun yıllardır birbirimizi görmemiştik. Liseden sonra bir bankaya girip kendine iyi bir yer edindiğini biliyordum. Ancak dikkatim o kadar dağınıktı ki sağ bacağının neden koltuk değneğine ihtiyacı olacak kadar kısa kaldığını pat diye soruverdim. O ise keyfini bozmadan bana altı ay önce romatizmaya yakalandığını, bu nedenle de bacağının sakatlandığını söyledi.
Hemen aceleyle pek çok tedavi önerdim. Öyle büyük bir zahmete girmeden karşındakinin derdine içten katılırmış gibi yapmanın en iyi yoludur bu. O tedavilerin hepsini çoktan uyguladığını söyledi. Öyle söyleyince bir öneride daha bulundum:
“Bu saatte neden hâlâ ayaktasın? Gece havası pek iyi gelmez sana bence.”
İçtenlikle şakalaştı benimle: Gece havası sana da yaramaz dedi, neticede romatizma hastalığına henüz tutulmamış olsam da hayatta olduğum sürece tutulma ihtimalim varmış. Sabahın ilk saatlerinde yatma hakkı Avusturya anayasası tarafından bile tanınmış. Ayrıca, genel kanının aksine, sıcak ve soğuğun romatizma ile hiçbir ilgisi yokmuş. Kendi hastalığı üzerine çalışmış ve zaten bu dünyada romatizmanın nedenlerini ve çarelerini incelemekten başka yapacak bir şeyi de yokmuş. Tedaviden ziyade bu çalışmalarını derinleştirmek üzere bankadan uzunca bir izin alması gerekmiş. Sonra bana garip bir tedavi yönteminden bahsetti. Her gün bol bol limon yiyormuş. O gün otuz kadar yemiş ama çalışarak daha da fazla dayanmayı umuyormuş. Kendisine göre limonlar, diğer birçok hastalığa da iyi gelirmiş. Kendisi de sigara tiryakisiymiş ve limon yemeye başladığından beri daha az içer olmuş.
Bu kadar asidi düşününce ürperdim ama hemen ardından, hayata dair biraz daha mutlu bir görüntü geldi önüme: Limonları sevmezdim tabii ama bana yapmam gerekeni veya yapmak istediğimi kendime zarar vermeden ve herhangi bir kısıtlamaya maruz kalmadan gerçekleştirme özgürlüğünü verecek olsalardı, kasa kasa yerdim onlardan. Pek hoşumuza gitmeyen bir şeyi yapmak pahasına, istediğimiz şeyi yapabilmek tam bir özgürlüktür. Gerçek kölelik ise sevdiklerimiz karşısında çekimser kalmaktır: Hercules değil, Tantalos’un durumu.
Sonra Tullio da ne yapıp ettiğim konusunda pek meraklı göründü. Ona mutsuz aşkımdan bahsetmemeye kararlıydım ama bir çıkışa ihtiyacım vardı. Dertlerimi -ufak tefek şeyler- o kadar abartılı anlattım ki sonunda gözlerim doldu, Tullio ise benim ondan daha hasta olduğumu sanarak kendini daha iyi hissetti.
Çalışıp çalışmadığımı sordu. Şehirdeki herkes hiçbir şey yapmadığımı söylüyormuş, beni kıskanacağından korktum, o anda kesinlikle kıskanılmaya değil, acınmaya ihtiyacım vardı. Yalan söyledim! Ofiste her gün en az altı saat çalıştığımı, babamdan ve annemden miras kalan hayli karmaşık işlerin de beni bir altı saat daha meşgul ettiğini söyledim.
“On iki saat öyle mi!” dedi Tullio, yüzünde yanıtımdan tatmin olduğunun ifadesi vardı, gülümseyerek ve istediğim gibi bana acıyarak:
“Kıskanılacak bir hâlin yokmuş o zaman.” dedi.
Pek doğru bir sonuçtu bu, o kadar etkilendim ki gözyaşlarımın akmaması için kendimle mücadele etmem gerekti. Her zamankinden daha mutsuz hissettim, hissettiğim bu yumuşak şefkat duygusu içinde incinmeye pek hazır olduğum ortadaydı.
Tullio yalnızca hastalığı değil, aynı zamanda eğlencesi hâline gelen hastalığından bahsetmeye başladı yine. Bacak ve ayağın anatomisi üzerine çalışmalar yapmış. Gülerek, hızlı adımlarla yürüdüğümüzde bir adımın en fazla yarım saniyede gerçekleştiğini ve o yarım saniyede de elli dört tane kasın hareket ettiğini anlattı. Şaşırdım kaldım, bacaklarımı düşünerek o canavar makineyi bulmaya kalkıştım. Üstelik bulduğuma inandım da. Elli dört tane düzenek bulamadım tabii ama dikkatimi ona verdiğim için sıradanlığını kaybeden büyük bir komplikasyon ile karşılaştım.
O kafeden topallayarak çıktım ve birkaç gün boyunca topallamaya devam ettim. Yürümek benim için zor hatta acı verici bir hâl almıştı. Bu cihaz yığınının yağı bitmiş de şimdi hareket ettikçe birbirlerine zarar veriyorlarmış gibi geliyordu. Birkaç gün sonra daha fena bir hastalığa yakalandım, bu hastalığı arar oldum. Ama bugün hâlâ bu konu hakkında yazarken eğer biri yürüdüğümde bana bakarsa elli dört hareket birbirine karışır ve düşecek gibi olurum.
Bu sakatlığı Ada’ya borçluydum. Pek çok hayvan âşık olduklarında, diğer hayvanlara ya da avcılara av olur. İşte ben de o zamanlar bu hastalığa av olmuştum ve eminim ki o canavar makineyi başka bir zamanda öğrenmiş olsaydım, hiçbir zararı dokunmazdı bana.
Bir kâğıdın üzerine yazıp sakladığım birkaç satır bana o günlerde yaşadığım bir başka tuhaf macerayı hatırlattı. Bu son sigaram olacak diye yazdığım notun hemen yanına, elli dört hareket hastalığından kurtulabileceğime olan inancıma dair bir yazı yazmışım, bir de… Şiir denemesi var… Bir sinek üzerine. Gerçeği bilmesem bu dizeleri, sineklere sen diye hitap eden iyi yürekli bir kızın uydurması sanardım ancak işte bizzat ben yazmıştım bu şiiri, o yollardan geçen bendim, demek ki hayatta herkes pekâlâ her yola girebilir.
İşte bu satırların nasıl ortaya çıktığının hikâyesi: Gece geç saatte eve dönmüştüm, gidip yatacağım yerde çalışma odama gittim, gaz lambasını yaktım. Lamba yanınca bir sinek musallat oldu. Tepesine bir darbe indirmeyi başardım fakat elimin kirlenmesini istemediğimden pek kuvvetli bir darbe değildi bu. Sonra onu unuttum, dikkatli bakıp da masanın ortasında kendisini iyileştirmeye çalıştığını görünce hatırladım ancak. Dimdik duruyordu, yerinden biraz yükselmiş gibiydi çünkü ayaklarından biri sertleşmişti, bükemiyordu. İki arka ayağıyla kanatlarını titizlikle düzgünleştirmeye çalışıyordu. Hareket etmeye yeltendi ama sırtüstü döndü. Doğruldu ve inatla meşgalesine geri döndü.
Bu satırları böylesi bir acıyı göğüsleyen küçücük bir organizmanın gösterdiği muazzam uğraşa ve bu uğraş içinde düştüğü iki büyük yanılgıya şaşarak yazmıştım. İlk önce, sinek yaralanmamış kanatlarını inatla düzeltmeye çalışarak acının hangi organından geldiğini bilmediğini ortaya koyuyordu; ikinci olarak da titizlikle gösterdiği çaba, o küçücük zihninde sağlığın herkese ait olduğu ve bizi terk ettiğinde mutlaka geri dönmesi gerektiği inancının var olduğunu gösteriyordu. Bunlar, yalnızca tek bir mevsimlik canı olan bu yüzden de hayatı deneyimleyecek zamanı olmayan bir böcekte kolaylıkla mazur görülebilecek hatalardı.
Nihayet pazar gününe vardım. Malfenti evine son ziyaretimden bu yana geçen beşinci gün de dolmuştu. Çok az çalışan ben, hayatı kısa dönemlere bölen ve onu daha katlanılır hâle getiren tatile her zaman büyük bir saygı duymuşumdur. O tatil de yorucu bir haftama son verdiği için pek bir sevinçliydim. Planlarımı değiştirmeyecektim ama o gün geçerli olmak zorunda değillerdi, Ada’yı tekrar görecektim. Bu planlardan hiçbir sözle taviz vermeyecektim ama onu tekrar görmek zorundaydım çünkü olayların benim lehime değişme ihtimali de vardı ve o zaman boş yere acı çekmiş olurdum.
Bu nedenle öğle vakti, zavallı bacaklarımın izin verdiği kadarıyla acele ederek, şehre ve Bayan Malfenti ve kızlarının ayinden dönerken geçmek zorunda olduklarını bildiğim yola koştum. Güneşli bir bayram günüydü ve yürürken kim bilir, şehirde beklediğim yenilik, Ada’nın aşkı ile karşılaşırım diye düşünüyordum.
Öyle olmadı ama bir an için kandırdım kendimi. Şansım yaver gitti.