edemeyeceğini umuyordum, tek korkum Ada’nın küçük kız kardeşinin benim hakkımda ne düşündüğünü öğrenmesiydi. O çocuk, ne yaptı etti sonunda sıkıntıya soktu beni. Sohbet esnasında konuşurken onunla göz göze gelirsek hemen bakışlarımı başka bir tarafa çevirmenin bir yolunu bulmam gerekiyordu ve bunu da olanca doğallıkla yapmak, pek zordu. İster istemez kızarıyordum. Bu masum yaratık, hakkımdaki yargısı ile bana zarar verebilirmiş gibi geliyordu. Hediyeler aldım getirdim ona ama yine de kalbini kazanamadım. Kendi gücünün ve benim zayıflığımın farkındaydı elbette ve bu yüzden de diğerlerinin yanındayken beni sorgulayan küstahça bakışlar atmaktan çekinmiyordu. Hepimizin bilincinde tıpkı bedenimizde olduğu gibi üzerine pek düşünmek istemediğimiz hassas, örtülü noktalar olduğunu sanıyorum. Ne olduklarını bile bilmeyiz ama yine de orada olduklarını biliriz. Ben de içimi okumak isteyen bu çocuksu bakışlardan gözlerimi kaçırıyordum.
Ama o evi tek başıma ve umutsuzca terk ettiğim o gün, eğileyim ve iltifatını duyayım diye peşimden geldiği zaman deli gibi çarpık bir suratla üzerine doğru eğildim ve ellerimi pençe gibi yapıp tehditkâr bir şekilde ona doğru uzandım, hemen ağlayarak çığlık çığlığa kaçtı gitti.
Böylece o gün Ada’yı da görebildim çünkü çocuğun çığlıklarına ilk koşan oydu. Küçük kız, ağlayarak bana deli dedi diye onu korkuttuğumu söyledi:
“O deli, ben de bunu söylemek istiyorum, ne var ki bunda?”
Ada’nın evde olduğunu görünce şaşırmış ve durup küçük kızı dinlemiştim. Demek kız kardeşleri yalan söylemişlerdi, aslında yalnızca Alberta yalan söylemişti çünkü Augusta, bu görevi ona devretmişti. O an olan biteni daha iyi anladım. Ada’ya dedim ki:
“Sizi gördüğüme sevindim. Üç gündür teyzenizdesiniz sanıyordum.”
Bana cevap vermedi, ilk başta ağlayan çocuğun üzerine eğildi. Hakkım olduğunu düşündüğüm açıklamaları almadaki bu gecikme, kanımın kafama hücum etmesine neden oldu. Söyleyecek söz bulamadım bir türlü. Çıkış kapısına doğru bir adım daha attım ve eğer Ada o dakika ağzını açmamış olsaydı gidecek, bir daha da geri dönmeyecektim. O öfkeyle, artık çok uzamış bir rüyadan uyanmak, gözüme kolay gelmişti.
Nitekim Ada, tam o sırada yüzü kızarmış hâlde bana döndü, teyzesini evde bulamadığı için birkaç dakika önce eve geri döndüğünü söyledi.
Bu sözler beni sakinleştirmeye yetti. Anaç bir hâlde, hâlâ çığlık çığlığa ağlayan çocuğa doğru eğilmişken nasıl da güzeldi! Bedeni öylesine esnekti ki çocuğa yaklaşmak için küçülmüştü sanki.
Yine benim olduğunu düşünerek hayranlıkla seyrettim onu.
O kadar dingin hissettim ki kısa bir süre önce gösterdiğim alınganlığı unutturmak istedim ve Ada’ya ve ayrıca Anna’ya çok nazik davrandım. Yürekten gülerek dedim ki:
“Bana o kadar sık deli diyor ki ona deli biri nasıl olur göstermek istedim. Affedin lütfen! Sen de zavallı Annacık, korkma benden çünkü ben iyi kalpli bir deliyim.”
Ada da bana karşı çok çok nazikti. Hâlâ ağlayıp duran küçük kızı azarladı ve bu durum için özür diledi. Yeterince şanslı olup da Anna o öfkeyle koşup yanımızdan gitseydi Ada’ya konuyu açardım. Kimi yabancı dil kitaplarında rastlanılan, kaldıkları ülkenin dilini bilmeyen yabancılar için hayatı kolaylaştıran hazır cümlelerden birini söyleyecektim: “Babanızdan sizi isteyebilir miyim?” İlk kez evlenmek istiyordum ya, bu nedenle bu ülkenin yabancısıydım. O zamana kadar görüştüğüm kadınlarla başka türlü ilgilenmiştim. Önce üzerlerine el atardım.
Ama işte o birkaç kelimeyi bile söyleyemedim. Üç beş kelime de olsa zaman istiyordu söylemesi! Üstelik suratıma yalvaran bir ifade yerleştirmem gerekirdi, bu da Anna ile ve hatta Ada ile girdiğim münakaşadan hemen sonra çok zordu, üstelik çocuğun çığlıklarını duyan Bayan Malfenti de koridorun ucunda gözükmüştü bile.
Ada’ya elimi uzattım, o da aynı canlılıkla elini verdi.
“Yarın görüşürüz. Hanımefendiden benim için özür dileyin.”
Ama güvenle avcumun içine yerleştirdiği o eli bırakmakta tereddüt ettim. Kız kardeşinin yaptığı kötülüğü telafi etmek için her türlü nezaketi göstereceği sırada, yanından ayrılarak büyük bir fırsattan vazgeçtiğimi hissediyordum. Birden içimden geleni yaptım, eğilip eline dudaklarımı dokundurdum. Sonra kapıyı açtım ve o zamana kadar sol eli ile eteğine yapışan Anna’yı tutmaya devam ederken bana vermiş olduğu sağ eline, o minicik ele içinde sanki bir şey yazılıymış gibi şaşkınlıkla baktığını görünce çabucak oradan uzaklaştım. Bayan Malfenti’nin hareketimi gördüğünü sanmıyordum.
Merdivenlerde bir an için durdum, hiç planlanmamış bu hareketime kendim de şaşırdım. Hâlâ arkamdan kapanan o kapıya dönüp, zili çalıp Ada’nın elinde nafile aradığı kelimeleri yüzüne söyleyebilme şansım var mıydı? Olur gibi gelmedi bana! Çok fazla sabırsızlık göstererek haysiyetten yoksun kalmış olurdum. Ayrıca yarın geleceğimi söylemekle bazı konuşmalar yapacağımı da açığa vurmuştum zaten. Şimdi bu açıklamaları almak sadece ona bağlıydı, bana onları sunmam için bir fırsat vermesi gerekecekti. İşte o noktada nihayet o üç kıza hikâye anlatmayı bırakmış ve yalnızca birinin elini öpmüştüm.
Ancak günün geri kalanı oldukça tatsızdı. Huzursuz ve endişeliydim. Kendi kendime bu huzursuzluğumun sadece maceranın sonunu görme sabırsızlığından kaynaklandığını söylüyordum. Ada beni reddederse sakince başka kadınları arayabileceğimi düşündüm. Ona olan tüm bağlılığım, benim özgürce verdiğim karardan ileri geliyordu ve şimdi başka bir karar verip o kararı yok sayabilirdim. Bunları düşünürken bu dünyada benim için başka kadın olmadığını ve Ada’ya gerçekten ihtiyacım olduğunu anladım.
Takip eden gece de bana çok uzun geldi, neredeyse tümünde gözümü kırpmadım. Babamın ölümünden sonra gece kuşu olma alışkanlığımı bırakmıştım, şimdi evlenmeye karar vermişken de bu alışkanlığıma dönmek, tuhaf olurdu. Bu nedenle zaman çabuk geçsin diye uykumun gelmesini de umarak erken yattım.
Ada’nın üç kez orada bulunduğum saatlerde oturma odasında bulunmayışı ile ilgili açıklamalara, körü körüne inanmıştım çünkü kendime seçtiğim kadının yalan söylemeyi bilmeyecek kadar ağırbaşlı bir kadın olduğuna güvenim tamdı. Ancak gece olunca bu güven azaldı. Augusta konuşmayı reddedince Alberta’nın bu teyze ziyaretini bahane olarak kullanmasını, ona ben mi söyledim diye şüpheleniyordum. Beynim ateşler içindeyken ona ne demiştim tam olarak hatırlamıyordum ama belli ki bu mazereti ona bizzat ben sunmuştum. Yazık! Eğer böyle yapmamış olsaydım, belki de o bahane için başka bir şeyler uydururdu, ben de yalanını yakalayıp istediğim açıklamaya nihayet sahip olurdum.
Ada’nın benim için ne kadar önemli olduğunu burada fark etmiş olabilirim çünkü sakinleşebilmek için eğer beni istemezse, sonsuza dek evlilikten vazgeçerim diyordum kendime. Bu nedenle beni reddetmesi, hayatımı değiştirecekti. Ancak bir düşünceden diğerine atlıyor, belki de bu ret benim için bir şans olabilir diye düşünüp rahatlıyordum. O sıralarda, evlenenler de bekâr kalanlar da sonunda pişman olacaklardır diyen Yunan filozofu hatırladım. Kısacası kendi macerama gülme yeteneğimi henüz kaybetmemiştim; ihtiyacım olan tek yetenek, uyuyabilmekti.
Ancak gün doğarken uyuyakaldım. Uyandığım zaman o kadar geç olmuştu ki Malfenti evine ziyaretim için izin verilen saate çok az zaman kalmıştı. Bu nedenle, Ada’nın ruhunu aydınlatacak başka ipuçlarını bulmak için çabalamaya artık gerek kalmayacaktı. Ancak kişinin düşüncelerini, kendisi için çok önemli