etmedim, İngiltere’deki o kedi kâhin falan değildi, kaderin kendisiydi!
Ada gözlerini kocaman açarak daha fazla açıklama istedi:
“Yani bir kedi, sizin için tüm İngiliz halkını mı temsil ediyordu?”
Ne kadar da talihsizdim! Anlattığım hikâye doğruydu ama bana sanki biri onu belli amaçlarla yazmış kadar eğitici ve enteresan gelmişti. Hikâyemi anlatmak için pek çok insan tanıdığım ve sevdiğim İtalya’da olsaydım o kedinin yaptığı hareketin, benim için bu kadar önemli olmayacağını hatırlamak yetmez miydi? Ama bunu söylemedim ve onun yerine dedim ki:
“Şüphesiz hiçbir İtalyan kedisi böyle bir şey yapmazdı.”
Ada uzun süre güldü. Başarım bana büyükmüş gibi göründüğünden başka açıklamalar da ekledim, maceramı küçülttüm:
“Kitapçı da benden başka herkese iyi davranan kedinin bu tavrına şaşıp kalmıştı. Bu macera beni etkiledi çünkü ben olduğum için veya belki de İtalyan olduğum için gelmişti başıma, It was really disgusting8, kaçmak zorunda kaldım.”
Bu sırada beni aslında uyarması ve dahası kurtarması gereken bir şey oldu. O zamana kadar beni gözlemlemek için hareketsizce dinleyen Küçük Anna, veryansın ederek Ada’nın duygularını açığa vurdu:
“Deli bu! Hem de zırdeli öyle değil mi?”
Bayan Malfenti onu tehdit etti:
“Sus bakayım sen! Yetişkinler konuşurken karışmaya utanmıyor musun?”
Tehdit durumu daha da kötüleştirdi. Anna bağırdı:
“Ama deli işte! Kedilerle konuşuyormuş! Keşke bir ipimiz olsa da bağlasak onu hemen!”
Augusta sinirden kıpkırmızı kesildi, ayağa kalkıp onu bir güzel azarladı ve alıp götürdü, sonra benden kusuruna bakmamamı istedi. O küçük engerek yılanı; kapıda durmuş gözlerini yine üzerime dikmişti, suratını ekşiterek bir kez daha bağırdı:
“Seni bağlasınlar da gör gününü!”
Uğradığım saldırı benim için o kadar beklenmedikti ki kendimi savunmanın yolunu bulamadım hemen. Ancak Ada’nın kendi hislerinin bu şekilde ifade edilmesinden dolayı üzüldüğünü fark edip rahatladım. Küçük kızın küstahlığı bizi yakınlaştırmıştı.
İçtenlikle gülerek evde usulüne uygun yöntemlerle hazırlanmış, akıl sağlığımı kanıtlayan damgalanmış bir belgemin olduğunu söyledim. Böylece yaşlı babama oynadığım numarayı da anlatmam gerekti. O belgeyi Annacığa göstermeyi teklif ettim.
Gitmek için ayaklandığımda oturttular beni. Şu ikinci kediden yediğim tırmıkların acısını unutmamı istiyorlardı. Beni yanlarında alıkoyup bir fincan çay ikram ettiler.
Kendimi Ada’ya beğendirebilmek için olduğumdan farklı davranmam gerektiğini az çok anlamıştım, olmamı istediği kişiye dönüşmenin kolay olacağını sanıyordum. Babamın ölümü hakkında konuşmaya devam ettik ve içimde ağırlaşan büyük acıyı açığa vurursam Ada da bu acıyı benimle birlikte hissedermiş gibi geldi bana. Ama bir yandan ona benzeme çabası içinde olduğumdan, doğallığımı yitirdim ve bu nedenle -hemen anlaşıldığı gibi- ondan uzaklaştım. Böylesi bir kayıp, öyle bir acı veriyordu ki çocuklarım olursa sırf onlardan günün birinde ayrılmak zorunda kalacağım, onlar da böylesi bir acıyı çekecekler diye korkumdan beni daha az sevmelerini sağlayacağımı söyledim. Bana bunun için ne yapacağımı sorduklarında biraz utandım. Onlara kötü davranıp pataklayacak mıydım? Alberta gülerek dedi ki:
“En güvenli yol, onları siz ölmeden öldürmek olacaktır.”
Ada’nın beni incitmek istemediğini görüyordum. Bu nedenle konuşmakta tereddüt ediyordu, ne kadar çabalasa da tereddüt etmekten öteye gidemiyordu. Nihayetinde dedi ki gelecekteki çocuklarıma karşı böyle bir düşüncem olması, elbette iyiliğimden kaynaklanıyormuş, ne var ki ölüme hazırlanarak yaşamak doğru gelmiyormuş kendisine. Israr ettim ve ölümün, yaşamın gerçek düzenleyicisi olduğunu iddia ettim. Ben her zaman ölümü düşünürdüm, bu yüzden de tek bir şey yakardı canımı: Ölümün kaçınılmazlığı. Böyle düşününce diğer her şey, o kadar önemsiz hâle gelirdi ki gülüp geçerdim hepsine. Çok da gerçek sayılamayacak şeyler söylemeye kaptırmıştım kendimi, üstelik onunla birlikteyken, üstelik hayatımın çok önemli bir anında. İşin aslı sırf mutlu, neşeli bir insan olduğumu görsün diye onunla böyle konuştuğumu sanıyorum. Kadınlara karşı neşeli görünmem, lehime olmuştu hep.
Düşünceli hâlde, duraksayarak böyle bir ruh hâlinden hoşlanmadığını itiraf etti. Ona göre bu düşünce, hayatın değerini azaltarak onu doğanın amaçladığından daha tehlikeli hâle getiriyormuş. Bu sözlerle kendisinin benim için uygun olmadığını göstermek istiyordu, yine de onu tereddüte düşürmeyi ve düşündürmeyi başarmıştım ya, bana bir başarı olarak geldi.
Alberta eski bir filozoftan benim yaşam görüşümü destekleyen bir alıntı yaptı, Augusta da gülmenin çok iyi bir şey olduğunu söyledi. Babasının da kahkahası eksik olmazmış.
“Kârlı işlerle ilgilenmek hoşuna gider çünkü.” dedi Bayan Malfenti gülerek.
Hiç unutmayacağım o ziyareti kestim sonunda.
Bu dünyada dilediğinizce bir evlilik yapmaktan daha zor bir şey yoktur. Benim durumumda evlenme kararımın nişanlımı seçmemden evvel ortaya çıktığını görebilirsiniz. Neden birini seçmeden önce bir sürü kızı görmeye gitmedim ki? Ama hayır! Sanki çok fazla kadınla tanışmışım gibi mücadele etmek istememiştim. Nişanlımı seçtikten sonra onu biraz daha iyi inceleyebilir, en azından mutlu sonla biten aşk romanlarında olduğu gibi benimle yarı yolda buluşmaya istekli mi görebilirdim. Bense tutup o sert sesli, gür ama titizlikle taranmış saçları olan kızı seçtim, o kadar ağırbaşlıydı ki benim gibi iyi bir aileden gelmiş, çirkin sayılmayacak, zengin bir adamı reddemeyeceğini düşündüm. Aslında karşılıklı iki çift laf eder etmez aramızda kimi çatlak sesler çıkmamış değildi ama bu sesler uyumlu bir çift olma yolunda bir adımdı. Dahası üzerine şunu düşündüğümü de itiraf etmeliyim: “O olduğu gibi kalmalı çünkü onu bu hâliyle sevdim ve isterse değişecek olan ben olacağım.” Pek mütevazıydım doğrusu çünkü kendini değiştirmek, başkalarını eğitip değiştirmekten daha kolaydır.
Kısa bir süre sonra Malfenti ailesi hayatımın merkezi oldu. Akşamlarımı Giovanni ile geçiriyordum, beni ailesi ile tanıştırdıktan sonra daha nazik ve cana yakın olmuştu. Bu nezaketten hemen faydalandım. Başlarda hanımları haftada bir ziyaret ediyordum, sonra bu sayı arttı, artık her gün öğleden sonraları birkaç saat geçirmek için o eve gider olmuştum. Eve girip çıkmak için bahane bulmam pek gerekmedi, dahası teklif edildiğini iddia edersem yanlış söylemiş sayılmam. Bazen kemanımı da yanımda götürdüğüm olurdu, evde piyano çalmayı yalnızca Augusta biliyordu, birlikte bir şeyler çalıyorduk. Ada’nın çalmaması kötüydü, sonra benim keman çalmam da kötüydü ve Augusta’nın da pek başarılı bir müzisyen olduğu söylenemezdi. Her sonattan birkaç bölümü çok zor olduğu için çıkarmam gerekiyordu, nicedir keman çalmadım diye bahane buluyordum. Bir piyanist, ne olursa olsun amatör kemancıdan üstündür, Augusta’nın da iyi bir tekniği vardı ama gel gelelim, ondan çok daha kötü çaldığım hâlde yine de kendisinden memnun olmuyordum. “Piyano çalmayı bilseydim ondan daha iyi çalardım kesin.” diye düşünüyordum. Ben böyle Augusta’yı yargılarken diğerleri de beni yargılıyordu, daha sonra öğrendiğim gibi bu yargılar pek de olumlu değildi. Augusta sonatlarımızı yenilemekten pek memnundu ama Ada’nın sıkıldığını