ona ulaştığını sanmıyorum. O kadar çok korktuğum bilinç bu değildi. Ölüm döşeğindeyken ölüm hakkında düşünmekten başka yapacak bir sürü şeyi olur insanın. Tüm düşüncesi, nefes almaya adanmıştı. Beni dinlemek yerine, Carlo’ya tekrar bağırdı:
“Açsana şunu!”
Rahatı huzuru kalmamıştı. Koltuğundan kalkıp ayaklanıyordu. Sonra büyük bir gayretle ve hasta bakıcının yardımıyla tekrar yatağa uzanıyor, önce bir an sol tarafına, sonra hemen sağ tarafına yatıyor, orada da ancak birkaç dakika dayanabiliyordu. Tekrar ayağa kalkması için hasta bakıcıyı çağırıyor, bazen daha uzun kaldığı koltuğuna geri dönüyordu.
O gün yataktan koltuğa geçerken, aynanın önünde durdu ve kendine bakarak mırıldandı:
“Meksikalıya benziyorum!”
O gün, sanırım sırf yataktan koltuğa koşuşturmasının korkunç monotonluğundan kurtulmak için sigara içmeye çalıştı. Bir nefes çekti, hemen soluk soluğa kaldı, dumanı geri üfledi.
“Çok ağır hastayım demek ki?..” diye sordu, acı içindeydi. Bilinci bir daha, hiç o günkü kadar yerinde olmadı. Fakat kısa bir süre sonra bir hezeyan yaşadı. Yataktan kalktı, geceyi Viyana’da bir otelde geçirmiş de orada uyanmış sandı kendini. Kim bilir belki de ağzındaki kuruluk nedeniyle hasret kaldığı serinlik duygusu, ona o şehrin buzlu sularını anımsatmıştı. Hemen bir sonraki çeşmede kendisini bekleyen güzel sudan bahsetti.
Babam tedirgin ama yumuşak başlı bir hastaydı. Ondan korkuyordum çünkü durumunu anladığında bana sinirleneceğini sanıyordum, bu yüzden uysallığı muazzam yorgunluğumu azaltmayı başaramıyordu ancak o, kendisine yapılan her türlü teklifi itaatle kabul ediyordu çünkü belki kendisini sıkıntıdan kurtarır diye umutlanıyordu. Hasta bakıcı ona bir bardak süt getirmeyi önerdi, büyük bir sevince kapılarak kabul etti. Sonra hevesle bir küçük yudum aldıktan sonra devam etmek istemedi, sütü elinden alsınlar istedi, hemen alınmayınca da bardağı yere düşürdü.
Doktor, hastayı bulduğu durum karşısında asla hayal kırıklığına uğramıyordu. Bir yandan gelişme var diyordu ama bir taraftan da felaketinin yaklaştığını görüyordu. Bir gün arabayla geldi, acele ayrılması gerekiyormuş. Hastayı olabildiğince uzun süre yatmaya ikna etmemi tavsiye etti çünkü yatar hâlde olması kan dolaşımı için en iyisiymiş. Bunu babama da tembihledi, o da zekice bir havaya bürünüp, pekiyi anlamış gibi görünerek tamam dedi, o esnada odanın ortasında dikiliyordu, hemen kendi dalgınlığına, bana göre kendi acısına, geri döndü.
Takip eden gece son kez, çok korktuğum bilincinin yeniden uyanacağını sanarak dehşete kapıldım. Pencerenin yanındaki koltukta oturuyordu, camdan berrak geceye, yıldızlı gökyüzüne bakıyordu. Soluğu her zamanki gibi zahmetliydi ama bundan acı çekmiyor gibi görünüyordu, gökyüzünü seyre dalmıştı. Belki de nefesinden ötürü, başını bir şeyleri onaylayarak sallıyor gibiydi.
Korkuyla “İşte her zaman kaçındığı sorunlarla yüzleşiyor.” diye düşündüm. Gökyüzünde, tam olarak baktığı noktayı bulmaya çalıştım. Gövdesi dimdikti, çok yüksek bir delikten bakıp bir şeyler görmeye çalışan birinin çabasıyla seyrediyordu semayı. Bana Ülker yıldızına bakıyormuş gibi geldi. Belki de hayatı boyunca hiç bu kadar uzağa bakmamıştı. Aniden bana döndü, hâlâ gövdesi üzerinde dik duruyordu: “Bak! Bak!” dedi bana sert bir tavırla. Hemen bakışlarını yine gökyüzüne çevirdi, ardından bana döndü:
“Gördün mü? Gördün mü?”
Yeniden yıldızlara dönmeye çalıştı ama yapamadı: Kendini bitkin bir hâlde koltuğuna bıraktı ve bana ne göstermek istediğini sorduğumda ne anladı ne de görmemi istediği bir şey olduğunu hatırladı. Bana ulaştırmak için nice zamandır aradığı kelime, sonsuza dek yok olup gitmişti.
Gece uzundu ama itiraf etmeliyim ki özellikle hem kendim hem de hasta bakıcı için çok da yorucu değildi. Hastanın istediğini yapmasına izin veriyorduk ve o da garip kostümü içinde, ölümü beklediğinden tamamen habersiz, odada dolaşıp duruyordu. Bir keresinde buz gibi koridora çıkmaya çalıştı. Onu engelledim, hemen itaat etti. Bir başka seferinde ise doktorun tavsiyesini duyan hasta bakıcı, yataktan kalkmasını engellemek istedi ama babam, o gün isyan etti. Şaşkınlığından sıyrıldı, bağırıp küfrederek ayağa kalkmak istedi. Ben de araya girdim, istediği gibi hareket etme özgürlüğünü sağladım. Hızla sakinleşti, sessiz yaşamına, rahatlamak için gösterdiği nafile çabasına geri döndü.
Doktor geldiğinde kendisini muayene etmesine izin verdi, hatta kendisinden istendiğinde daha derin nefes almaya bile çalıştı. Sonra bana döndü:
“Ne diyor?” diye sordu.
Bir an için beni bıraktı ama sonra hemen tekrar döndü:
“Ne zaman çıkabilirim?”
Babamın uysallığından cesaretlenen doktor kendisini yatakta daha uzun süre kalması için ikna etmem konusunda beni teşvik etti. Babam sadece en çok alıştığı seslere yani benim, Maria’nın ve hasta bakıcının seslerine kulak kesiliyordu. Ben, bu konuda sözümü dinleyeceğini pek sanmıyordum ama yine de sesime tehditkâr bir hava ekleyerek babamı uyardım.
“Tabii, tabii.” diye söz verdi, aynı anda kalkıp koltuğuna gitti.
Doktor ona baktı, boyun eğerek mırıldandı:
“Arada bir yer değiştirmesi, onu rahatlatıyor herhâlde.”
Biraz sonra yatağa girdim ama uyuyamadım. Geleceğime bakıyor, kendimi iyileştirmek için çabalarıma neden ve kim için devam edebileceğimi düşünüyordum. Çok ağladım ancak sebebi, odasında bir oraya bir buraya huzursuzca dolaşan zavallıdan çok kendimeydi gözyaşlarım.
Ben kalktığımda Maria yatmaya gitti, hasta bakıcı ile birlikte babamın yanında kaldım. Çok üzgün ve yorgundum, babam ise her zamankinden daha huzursuzdu.
İşte o zaman asla unutmayacağım gölgesi çok uzaklara düşen, sahip olduğum tüm cesaret ve neşeyi bulanıklaştıran o korkunç sahne gerçekleşti. Bu acıyı unutabilmek için yılların geçmesi ve tüm duygularımın körelmesi gerekti.
Hasta bakıcı dedi ki:
“Onu yatakta tutsak ne kadar iyi olurdu. Doktor çok önem veriyor buna!”
O ana kadar kanepede uzanıyordum. Ayağa kalktım, soluk almakta her zamankinden daha fazla zorlanan hastanın yatağı başına gittim. Kararımı verdim: Babamı doktorun istediği gibi en az yarım saat dinlenmeye zorlayacaktım. Bu görevim değil miydi benim?
Babam hemen baskımdan kurtulmak ve ayaklanmak için yatağın kenarına doğru kendini itmeye çalıştı. Elimi omzuna bastırdım, kuvvetli ve yüksek bir tonla kımıldamamasını söyledim. Kısa bir süre dehşete kapılarak itaat etti. Sonra haykırdı:
“Ölüyorum!”
Ve doğruldu. Çığlığı beni korkutmuştu, elimle uyguladığım baskıyı hafiflettim. Böylece tam karşıma, yatağın kenarına oturabilirdi. Sanırım o zaman -sadece bir an için de olsa- hareketlerini engellediğim için öfkesi artmıştı ve böyle karşısında dikilerek ışığı ve pek bir ihtiyaç duyduğu havayı engellediğim ortadaydı. Sonra bir güç ayağa kalktı, sanki ağırlığından başka bir güç aktaramayacağını biliyormuş gibi elini kaldırdı ve yanağıma indirdi. Sonra yatağa ve oradan da yere yuvarlandı. Ölmüştü!
Öldüğünü bilmiyordum, o an ölmek üzereyken bana vermek istediği cezanın acısıyla kalbim sızlıyordu. Carlo’nun yardımıyla onu kaldırdım ve yatağına geri yerleştirdim. Tıpkı cezalandırılmış bir çocuk gibi ağlayarak kulağına bağırdım:
“Benim