Italo Svevo

Zeno'nun Bilinci


Скачать книгу

kalpli akrabalarım, onun kocasını terzi ile neredeyse suçüstü yakaladığını da anlatırlar. Babam dalgınlığından ne yaptığını bilmediğini söyleyip özür dilemiş ve allem edip kallem edip, karısını da masumiyetine inandırmış. Neticede olan terziye olmuş, annem de babam da bir daha ayak basmamışlar o dükkâna. Sanırım babamın yerinde olsam o terziden bir türlü kopamaz, olduğum yere kök salardım.

      Babam bir aile reisi olarak huzuru nasıl sağlayacağını pekiyi bilirdi. Evinde de kendi içinde de dinginlik hüküm sürüyordu. Ahlakçı, yavan kitaplardan başkasını okumazdı. İkiyüzlülükten değil, içtenlikle inandığından: Bence bu ahlaki vaazların doğru taraflarını, ta derinden hisseder, erdem ve ahlaka karşı olan bağlılığı vicdanını yatıştırırdı. Artık iyice yaşlandığım ve bir aile reisi olmaya yaklaştığım için vaaz edilen bir ahlaksızlığın, ahlaksız bir eylemden daha fazla cezayı hak ettiğini düşünüyorum. İnsan aşktan ya da nefretten bir cinayet işleyebilir ama cinayetin reklamını yapmak, yalnızca kötü niyettendir.

      Babamla ikimiz arasında o kadar az ortak nokta vardı ki bir gün, bu dünyada onu en çok rahatsız eden insanlardan birinin ben olduğumu itiraf etti. Sağlıklı olma arzum, beni insan vücudunu incelemeye sevk etmişti. Babam ise o korkunç makinenin düşüncesini, pekâlâ kafasından silmeyi başarmıştı. Ona göre kalbin nasıl attığını düşünmek yersizdi, bir organizmanın canlılığını açıklamak için supapları, damarları ve maddeleri hatırlamaya gerek yoktu. Hareket etmeyi sevmezdi pek çünkü hayattaki deneyimler insana, hareket eden her şeyin gün gelip duracağını söylerdi. Onun için yeryüzü de hareketsizdi, tüm dünya menteşelerin üzerine sıkıca yerleştirilmişti. Doğal olarak bunu öyle apaçık söylediği yoktu ancak bu anlayışa uymayan bir şey söylendiğinde acı çekiyordu. Bir gün antipot hakkında konuşurken tiksinerek susturdu beni. İnsanların baş aşağı durduğunu düşünmek bile midesini altüst ediyormuş.

      Beni her zaman iki hususta eleştirirdi: Dikkat dağınıklığım ve ciddi meselelere gülme eğilimim. Dikkat dağınıklığı açısından benden farklıydı, küçük bir defteri vardı hatırlamak istediği her şeyi not eder ve günde birkaç kez gözden geçirirdi. Böylece hastalığının üstesinden geldiğine inanıyor ve acı çekmiyordu. O defteri tutayım diye beni de zorladı ama içine sadece bu son sigaram diye aldığım notlardan başka bir şey yazmadım.

      Ciddi meseleleri küçümsememe gelince bana göre de onun bu dünyadaki pek çok şeyi ciddiye almak gibi bir kusuru vardı. Bir örnek vereyim: Hukuk Fakültesinden Kimya Fakültesine geçtikten sonra, onun izniyle hukuka geri döndüğümde, bana nazikçe “İstediğini yap, bir zır deli olduğun ortada artık.” demişti.

      Bu lafına hiç gücenmedim, izin verdiği için ona o kadar minnettardım ki kendisini güldürerek ödüllendirmek istedim. Deli olmadığımı belgelemek için Doktor Canestrini’ye gittim, beni muayene etmesini istedim. Kolay da olmadı çünkü uzun ve ayrıntılı incelemelerden geçmek zorunda kaldım. Belgemi alınca da muzaffer bir edayla babama getirdim ama o gülmedi. Kederli bir ses tonu ve yaşlı gözlerle: “Ah! Sen gerçekten delisin!” diye haykırdı.

      Yorucu ve pek bir zahmetli oyunumun ödülü buydu işte. Beni asla affetmedi, yaptığıma da gülmedi hiç. Sırf şaka olsun diye doktora gitmek ha? Şaka olsun diye damgalı bir belge almak öyle mi? Ne delilik!

      Kısacası onunlayken ben gücü temsil ediyordum, bazen beni güçlendiren ondaki bu zayıflığın ortadan kalkmasıyla benden de bir şeyler azaldı gibi hissediyorum.

      Hatırlıyorum da o alçak Olivi, onu bir vasiyet yazmaya ikna ettiğinde zayıflığı nasıl da ortalığa dökülmüştü. Olivi’nin bu işten çıkarı vardı, işlerin başına geçecekti, bizim ihtiyarı buna ikna etmek için de epey zaman uğraşmıştı herhâlde. Sonunda babam kararını verdi ama geniş, sakin yüzüne bir karartı düştü. Sanki vasiyetini yazarak ölümle iletişime geçmişti, mütemadiyen ölümü düşünüp duruyordu.

      Bir akşam bana sordu:

      “İnsan öldüğünde, her şeyin bittiğine inanır mısın?”

      Ölümün gizemini her gün düşünürüm ancak henüz ona istediği bilgiyi verecek durumda olmadığımdan, sırf gönlü hoş olsun diye geleceğimiz ile ilgili mutlu bir tablo uydurdum:

      “Zevkin varlığını koruyacağına inanıyorum çünkü orada acıya gerek kalmaz artık. İnsan bedeninin çözülüp çürümesi, cinsel bir zevk yaratabilir. Yeniden oluşması çok yorucu olacağına göre buna mutluluk ve dinlenme duygusu eşlik edecektir. Bedenin çözülmesi, yaşamın ödülü olmalı!”

      Büyük bir pot kırmıştım. Akşam yemeğini yemiş ama hâlâ masadan kalkmamıştık. Babam sözlerime cevap vermeden sandalyesinden kalktı, bardağını başına dikti, ardından “Seninle felsefe yapmanın zamanı değilmiş demek ki.” dedi.

      Ve çıkıp gitti. Çaresizce peşinden gittim, bu pek sıkıcı düşüncelerden uzaklaştırmak için yanında kalmayı düşündüm ama beni uzaklaştırdı. Ona ölümü ve zevki hatırlatıyormuşum.

      Bana konusunu açana kadar vasiyet meselesini aklından çıkaramayacaktı. Beni her gördüğünde bu konuyu hatırlıyordu, dolayısıyla bir akşam dayanamayıp patladı:

      “Sana bir şey söylemem gerekiyor, vasiyetimi hazırladım.”

      Onu artık kâbusu hâline gelen ölüm düşüncesinden uzaklaştırmak için, haberin bende yarattığı şaşkınlığı hemen yendim.

      “Ben böyle bir zahmete girmeyi düşünmüyorum hiç, umarım vârislerimin tümü benden önce ölür.” dedim.

      Ona göre ciddi bir meseleydi, gülmemden hemen rahatsız oldu, beni cezalandırmak istedi. Böylece hiç de zorlanmadan beni, Olivi’nin vesayetine bırakarak oynadığı oyunu anlattı bir güzel.

      Şunu söylemeliyim ki bence ben, iyi bir evlat olduğumu işte o gün kanıtlamıştım; kendisine acı çektiren düşüncelerden onu koparmak için itiraza yeltenmedim hiç. Son isteğini ne olursa olsun yerine getireceğimi bildirdim.

      “Belki…” diye ekledim. “Son isteğini değiştirecek davranışlarda bulunmayı başarırım.”

      Böyle söylemem hoşuna gitti çünkü benim, ona uzun, pek uzun bir yaşam atfettiğimi gördü. Yine de benden eğer kendisi vasiyetini değiştirmez ise Olivi’nin yetilerini küçümsemeye kalkışmayacağıma dair yemin istedi. Şerefim üzerine söz vermem kâfi gelmeyince yemin ettim. O zamanlar, o kadar uysaldım ki hâlâ hayattayken onu yeterince sevmediğim için pişmanlık duyduğumda hep o sahneyi hatırlarım. Aslında dürüst olmam gerekirse o dönemde, onun isteklerine seve seve boyun eğiyordum çünkü çalışmaya beni zorlamaması pek hoşuma gitmişti.

      Ölümünden yaklaşık bir yıl önce, sağlığı için etkili bir adım atabildim. Kendini hasta hissettiğini söyleyince onu doktora gitmeye zorladım, dahası bizzat kendim götürdüm. Doktor bazı ilaçlar yazdı ve birkaç hafta sonra kendisini tekrar görmemizi istedi. Ancak babam, mezarcılardan ne kadar nefret ediyorsa doktorlardan da bir o kadar nefret ettiğini söyledi, kendisine reçete edilen ilaçları da almadı çünkü onlar da doktorları ve mezarcıları hatırlatıyormuş, böylece tedaviyi reddetti. Birkaç saat sigara içmedi ve bir öğünü şarapsız geçirdi. Tedaviden vazgeçince kendini çok daha iyi hissetti ve ben de onu böyle mutlu görünce, bu mesele üzerine daha fazla düşünmedim.

      Sonrasında kimi zamanlar pek keyifsiz geldi gözüme. Ama yalnızdı, yaşlıydı, asıl mutlu görsem şaşırırdım.

      Mart ayının sonunda bir akşam, eve her zamankinden biraz daha geç geldim. Bir terslik olduğundan değil, sadece Hristiyanlığın kökenleri üzerine bazı fikirlerini bana açıklamak isteyen ukala bir arkadaşın eline düşmüştüm. İlk kez benden,