kendini zorlamasına gerek olmadığını söyledim çünkü en önemli bilim adamları, bu tür durumlarda akıllarını karıştıran karmaşık şeyleri beyinlerinin bir köşesine koyarlar ve orada kendi kendilerine yalınlaşmasını beklerler diye ekledim.
“Aradığım hiç de karmaşık değil ki. Aslında bu yalnızca doğru kelimeyi bulma meselesi, sadece bir tanecik kelime lazım bana ve ben onu bulacağım. Ama bu gece değil çünkü tek bir küçük düşünce bile olmadan güzel bir uyku çekmek istiyorum.”
Yine de sandalyesinden kalkmadı. Bir an için yüzüme bakarak tereddütle dedi ki:
“Sana ne düşündüğümü söyleyemiyorum çünkü her şeye gülüp geçiyorsun.”
Sözlerine içerlememem için yalvarmak istermiş gibi gülümsedi, sandalyesinden kalktı ve ikinci kez yanağını uzattı. Bu dünyada insanın gülüp geçebileceği, dahası zaten gülüp geçmesi gereken nice şey olduğuna onu inandırmaya çalışmaya, bu konu üzerine tartışmaya yeltenmedim, onu rahatlatmak isteyerek sıkıca kucakladım. Belli ki çok sıkmıştım çünkü kendini nefes nefese kurtardı benden, yine de sevgimi anlamıştı kuşkusuz çünkü dostane bir şekilde selamladı beni.
“Hadi gidip yatalım artık!” dedi neşeyle ve Maria’nın peşinden çıktı.
Ve yalnız kaldım, -bu da tuhaf- sağlığı üzerine düşünmedim daha fazla ama iyi bir evlat olarak babama duyduğum saygıyla böylesine büyük amaçları hedefleyen bir zihnin, daha iyi bir eğitim alamadığına üzüldüm. Bugün babamın o günkü yaşına yaklaşmışken rahatlıkla söyleyebilirim ki insan, güçlü bir zekâya sahip olduğunu sanabilir, bu zekâ da o sanrı dışında başka bir belirti göstermeyebilir. İşte insan o zaman derin bir nefes alır, tüm doğayı her zaman olduğu gibi hiç değişmeyeceği gerçeği ile kabul eder hatta doğanın bu hâline hayran kalır. Tüm yaratılışın dilediği o zekâ tecelli etmiştir işte. Babamda olan şuydu, hayatının son berrak anında kapıldığı zekâ duygusu beklenmedik dinî bir esinlenmeden kaynaklanmıştı, ben Hristiyanlığın kökenleriyle ilgilendiğimi söyleyince de içinde tutamayıp konuyu açıvermişti. Ama şimdi biliyorum ki bu duygu, serebral ödemin ilk belirtisiymiş.
Maria masayı toplamaya geldi, babamın hemen uyuyakaldığını söyledi. Gönlüm rahat uyumaya gittim. Dışarıda esen rüzgâr uğulduyordu. Sıcacık yatağımın içinde gitgide benden uzaklaşan bir ninni gibi duyuyordum onu, ardından uykuya daldım.
Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum. Maria uyandırdı beni. Sanırım birkaç kez uyanayım diye seslenmiş, sonra hemen dışarı koşmuştu. Uyku sersemi önce bir telaşa kapıldım, ihtiyar kadının odada çırpındığını görünce durumu anladım nihayet. Beni uyandırmaya çalışıyordu, uyanabildiğimde ise odadan çıkmıştı çoktan. Rüzgâr ninnisine devam ediyordu, dürüst olmak gerekirse babamın odasına giderken tatlı uykumdan koparılmış olmanın sıkıntısını yaşıyordum. Maria’nın, babamı her zaman hasta sandığı geliyordu aklıma. Ama eğer bu sefer de hasta değilse o zaman vay hâline!
Babamın odası pek büyük değildi ama her yanı eşya doluydu. Annem öldüğünde onu unutabilmek için, tüm eşyasını da yanına alarak yandaki küçük odaya taşınmıştı. Oda loştu, hayli alçak bir komodin üzerine yerleştirilen gaz lambası her yeri aydınlatamıyor, çoğu yer gölgede kalıyordu. Maria sırtüstü uzanmış gövdesinin bir kısmı yataktan taşan babamı tutmaya çalışıyordu. Babamın terle kaplı yüzü yakındaki ışıktan dolayı kıpkırmızı kesilmiş, başı Maria’nın sadık göğsüne dayanmıştı. Acı içinde kükrüyordu, ağzı o kadar taş kesilmişti ki çenesinden salyalar akıyordu. Karşı duvara dikmişti gözlerini hareketsiz bir şekilde, ben odaya girdiğimde bile kafasını benden yana çevirmemişti.
Maria babamın inlediğini duymuş, tam zamanında odaya girmeseymiş yataktan düşüverecekmiş. Başlarda -yemin ediyordu- daha fazla debeleniyormuş, şimdi nispeten sakinlemiş ama onu yalnız bırakmak riskli olurmuş. Belki de beni uyandırdığı için özür dilemek istiyordu bu sözlerle ama ben iyi yaptığını anlamıştım zaten. Benimle konuşurken bir yandan da ağlıyordu, ben ise henüz gözyaşı dökecek durumda değildim hatta ona susmasını, sızlanarak, o anda yaşanan korkuyu büsbütün artırmamasını söylerek onu azarladım. Hâlâ olan biteni tam anlayamamıştım. Zavallı kadıncağız, hıçkırıklarını bastırabilmek için her türlü çabayı gösterdi.
Babamın kulağına yaklaştım ve bağırdım:
“Neden inliyorsun baba? Hasta mısın?”
Sorumu duyduğunu sandım çünkü inlemesi azaldı, gözleri beni ararcasına karşı duvardan ayrıldı, odada dolaştı ama beni bulamadı. Birkaç kez aynı soruyu bağırdım kulağına, sonuç hep aynıydı. Erkekçe tavrım hızla yok oldu gitti. Babam o sırada ölüme bana olduğundan daha yakındı, haykırışlarım ona artık ulaşmıyordu. Derin bir korku kapladı içimi, önceki gece konuştuklarımızı hatırladım. O konuşma üzerinden geçen birkaç saat sonra, hangimizin haklı olduğunu görmek için yola çıkmıştı. Ne tuhaf! Acıma, pişmanlık da eklendi. Kafamı babamın yastığına gömdüm ve Maria’yı biraz önce azarlamış olmama rağmen, hıçkırıklarımı bırakarak umutsuzca ağladım.
Şimdi beni sakinleştirme sırası ona gelmişti ama pek bir tuhaf davranıyordu. Sakinleşmemi söylüyordu ama gözleri açık inleyen babamdan, bir ölü gibi söz ediyordu:
“Vah zavallım böyle ölüp gidiyor işte! Bu gür ve güzel saçlarla.” dedi, saçlarını okşuyordu. Söylediği doğruydu. Ben daha otuz yaşındayken saçlarım çoktan seyrelmişken babamın başı dolgun ve kıvırcık saçlarla taçlanmıştı.
O dakikada bu dünyada doktorların da var olduğunu ve zaman zaman insanları ölümden döndürdüklerini hatırlamıyordum. Babamın acıdan perişan olmuş yüzünde, çoktan ölümü görmüş, umudu kesmiştim. Doktor lafını ilk eden Maria oldu, sonra kasabaya göndermek için köylüyü uyandırmaya gitti.
Bana sonsuzlukmuş gibi gelen yaklaşık on dakika boyunca babama tek başıma destek olmaya çalıştım. Acılar içinde kıvranan bedenine dokundum, ellerime kalbimi istila eden tüm sıcaklığı aktarmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Söylediklerimi duymuyordu. Ona olan sevgimi nasıl gösterecektim şimdi?
Köylü geldiğinde, doktora durumu bilsin de kimi ilaçları yanında getirebilsin diye not yazmak için odama gittim, vakayla ilgili fikir verebilecek birkaç kelimeyi bir araya getirmek benim için çok zor oldu. Devamlı babamın yaklaşan ve kaçınılmaz ölümünü düşünüyor, kendi kendime “Bu dünyada yapayalnız ne yaparım ben?” diye soruyordum.
Sonra uzun saatler boyunca bekledik. O saatleri oldukça iyi hatırlıyorum. İlk saatten sonra babamı tutmaya gerek kalmamıştı artık, yatağında öylece uzanıyordu, kendinden geçmiş hâldeydi. Hızlı hızlı nefes alıp veriyordu, ben de ne yaptığımı kendim de bilmeden onu taklit etmeye çalışıyordum. Bazen nefesine yetişemiyor ve hastayı da kendimle birlikte dinlenmeye sürükleyebileceğimi sanıyordum. Ama o hiç yorulmadan koşuyordu. Bir kaşık çay içirmeye çalıştık. Müdahale etmeye kalkıştığımızda kendini savunuyor, bilinçsizliği azalıyordu, çayı içmemek için var gücüyle dişlerini sıkıyordu. Baygın hâldeyken bile inatçılığı elden bırakmıyordu. Şafaktan çok önce nefesinin ritmi değişti. Kümelere ayrıldı, sağlıklı bir insanın nefesini andıran ağır solumalarını telaşlı solumalar takip ediyordu, sonra uzun bir süre duruyorlar, korkutucu bir sessizlik yaratıyorlardı, bu sesler Maria ile bize öldüğünün ilanıymış gibi geliyordu. Ama nefes alışverişi hep bu şekilde devam etti, renkten mahrum hüzünlü bir müzikal ara. Solukları her zaman birbirine eşit değildi ama daima gürültülüydü, odanın bir parçası hâline gelmişti. O günden sonra o odaya yapıştı kaldı, hem de