Italo Svevo

Zeno'nun Bilinci


Скачать книгу

şimdilerde eşine rastlanamayacak türden bir hizmetçiydi. Yaklaşık on beş yıldır bizimle yaşıyordu. Her ay maaşının bir kısmını yaşlılığı için bankaya yatırırdı, ne yazık ki bu birikimin ona bir faydası dokunmadı çünkü ben evlenmeden kısa bir süre önce, işinin başındayken hayatını kaybetti.

      Maria bana, babamın birkaç saat önce eve döndüğünü ancak akşam yemeği için beni beklemek istediğini söyledi. Kendisi yesin diye ısrar etmiş ama babam, kaba bir şekilde başından savmış onu. Sonra birkaç kez huzursuz ve endişeli bir şekilde beni sormuş. Maria’nın, babamın iyi hissetmediğini düşündüğü açıkça ortadaydı. Konuşmakta güçlük çektiğini ve sık sık nefes nefese kaldığını anlattı. Onunla yedi yirmi dört bir evde kapalı kaldığı için Maria, gitgide babamın hasta olduğuna inanmaya başlamıştı. Zavallı kadın için bu evde meşgul olunacak pek az şey vardı, ayrıca annemle yaşadığı deneyim sonrası, herkesin kendinden önce öleceğini sanıyordu.

      Biraz meraklanarak yemek odasına koştum ancak hâlâ endişelenmiş değildim. Babam uzandığı koltuktan doğruldu, büyük bir sevinçle karşıladı beni, bense duygulanamamıştım çünkü yüzünden sitem okunuyordu. Yine de bu hareketi, merakımı dindirmeye yetti çünkü sevinci sağlıklı olduğunu gösterir diye düşünüyordum. Üstelik Maria’nın anlattığı nefes darlığından ve konuşma zorluğundan da bir iz görememiştim. Bana sitem edecek derken ettiği inatçılık yüzünden özür diledi:

      “Ne yapayım işte?” dedi nazikçe. “Bu dünyada bir başımıza kaldık, yatmadan önce göresim geldi seni.”

      Keşke o an içten davranabilseydim, keşke hastalık nedeniyle yumuşak başlı ve pek bir şefkatli olan sevgili babacığımı kollarıma alsaydım! Oysa ben soğukkanlılıkla, ona bir tanı koymaya kalkıştım: İhtiyar Silva ne kadar da uysallaşmıştı böyle? Hasta mıydı gerçekten de? Şüpheyle süzdüm onu, aklıma sitem etmekten başka bir şey gelmedi:

      “Ama neden bu saate kadar yemek yemeden bekledin beni? Yemeğini yedikten sonra da bekleyebilirdin pekâlâ!”

      Canlılıkla güldü:

      “İki kişi yiyince yemeğin tadı bir başka oluyor.”

      Bu sevinç, aynı zamanda açılmış bir iştahın belirtisi de sayılabilirdi: Rahatladım ve yemeye koyuldum. Babam ayağında ev terlikleri ile dengesiz adımlar atarak yemek masasına yaklaştı ve her zamanki yerine oturdu. Bir süre yemek yerken beni izledi, kendisi de zar zor birkaç kaşık yedikten sonra yemeyi bıraktı ve hatta iğrenerek tabağını itti. Ama gülümsemesi ısrarla yaşlı yüzünde asılı kaldı. Birkaç kez gözlerine baktığımda, bakışlarını benden başka yöne kaçırdığını daha dün gibi hatırlıyorum. Kimileri bunun riya anlamına geldiğini söylerler oysa şimdi anlıyorum ki bir hastalık belirtisiydi. Yaşlanan hayvanlar, zayıflıklarının açık seçik seçileceği yarıkları herkesten gizlerler.

      Beni beklediği saatler boyunca nerede ne yaptığımı merak ediyordu. Pek bir önem verdiğini görünce yemek yemeyi bıraktım ve kuru kuru, o saate kadar bir arkadaşla Hristiyanlığın kökenleri üzerine tartıştığımı anlattım.

      Şüpheli ve şaşkınlıkla dolu bakışlar attı bana:

      “Şimdi sen de mi dine merak saldın?”

      Onunla birlikte bu konu hakkında oturup düşünmeyi kabul etseydim, büyük bir teselli bulacağı açıktı. Oysa ben, babam hayattayken kendimi her zaman biraz kavgacı -sonra bu duygu yok oldu- hissederdim, üniversitelerin çevresine dizili kafelerde her gün duyduğunuz o alışılagelmiş sözlerden biriyle cevap verdim:

      “Benim için din, incelenmesi gereken bir olgu sadece.”

      “Olgu mu?” dedi şaşkınlıkla. Başka bir cevap aradı hemen, ağzını açmıştı ki duraksadı. Tam o sırada Maria’nın getirdiği ve kendisinin el bile sürmediği ikinci yemek tabağına baktı. Sonra ağzını daha iyi kapasın diye dudakları arasına bir puro yerleştirdi, yaktı ve orada kül olmasına izin verdi. Böylece sessizce düşünmek için kendine bir ara vermiş oldu. Bir an kararlılıkla bana baktı:

      “Umarım dinle de alay etmiyorsundur?”

      Ben her zamanki işsiz güçsüz öğrenci havamla, ağzım doluyken cevap verdim:

      “Alay edecek ne var! İnceliyorum dedim ya.”

      Sustu, bir tabağın kenarına bıraktığı puronun izmaritine uzun uzun baktı. Bunu bana neden söylediğini şimdi anlıyorum. Karışmış zihninin içinden geçen ne varsa biliyorum hepsini ve o zamanlar nasıl olup da hiçbir şey anlamadığıma şaşıyorum. Sanırım pek çok şeyi anlamamızı sağlayan şefkatten yoksundum o sıralar. Daha sonraları o kadar kolay oldu ki! Babam inançsızlığım ile yüzleşmekten kaçınıyordu: O anda, onun için çok çetin bir mücadele olurdu bu ama yine de bir hastaya yakışır şekilde hafifçe saldırabileceğini düşünmüştü.

      Konuşurken nefesinin kesildiğini hatırlıyorum, kelimeler bir türlü çıkmıyordu ağzından. Bir mücadeleye hazırlanmak pek zahmetlidir. Ama ağzımın payını vermeden yatmaz diye düşünüyordum ve olası bir münakaşaya hazırladım kendimi, oysa tartışmadık.

      “Ben…” dedi yine o sönmüş sigarasının izmaritine bakarken. “Tercübemin ve yaşam bilgimin hayli büyük olduğunu düşünürüm. Bunca yılı boşuna yaşamadık sonuçta. Pek çok şey biliyorum bilmesine, ne yazık ki hepsini istediğim gibi sana nasıl öğretirim onu bilmiyorum işte. Ah oysa nasıl da isterdim bunu! Hayatın özünü görüyorum ben, doğru ve gerçeği de görüyorum, doğru ve gerçek olmayanı da.”

      Tartışacak bir şey yoktu. Sözlerine pek ikna olmadan yemeğime de ara vermeden “Evet babacığım.” diye mırıldandım.

      Onu gücendirmek istemiyordum.

      “Bu kadar geç gelmen çok kötü oldu. Öncesinde bu kadar yorgun hissetmiyordum, pek çok şey anlatabilirdim sana.”

      Yine geç kaldığım için bana sitem ediyor sandım ve bu tartışmayı, ertesi güne bırakmasını önerdim.

      “Bu bir tartışma değil ki…” Rüyadaymış gibi cevap verdi. “Başka bir şey. Üzerine tartışmayacağımız, bir söylesem anlayacaksın sen de… Ama zor olan bunu söyleyebilmek!”

      Burada içime kurt düştü:

      “Kendini iyi hissetmiyor musun yoksa?”

      “Hasta olduğumu söyleyemem ama çok yorgunum, hemen gidip yatsam iyi olur.”

      Zili çaldı, aynı zamanda seslenerek Maria’yı çağırdı. Geldiğinde, odasında her şeyin hazır olup olmadığını sordu. Hemen ardından terliklerini sürüyerek yürümeye başladı. Bana yaklaştı ve her akşam yaptığım gibi yanaklarını öpeyim diye bana doğru eğildi.

      Onun bu sarsak hareketlerini görünce, yine hasta olduğundan şüphe ettim ve iyi olup olmadığını sordum. İkimiz de aynı sözleri defalarca tekrarladık, yorgun olduğunu ama hasta olmadığını söyleyip durdu. Sonra ekledi:

      “Şimdi, sana yarın söyleyeceklerimi düşüneceğim. Göreceksin nasıl ikna edeceğim seni.”

      “Babacığım…” dedim. Duygulanmıştım, “Seve seve dinleyeceğim seni.”

      Beni deneyimine boyun eğmeye pek istekli görünce gitmekte tereddüt etti: Böyle elverişli bir andan yararlanması gerekirdi! Eli ile alnını yokladı, öpeyim diye yanaklarını uzatmak için dayandığı sandalyeye oturdu. Ağır ağır soluyordu.

      “Tuhaf!” dedi. “Sana hiçbir şey söylemiyorum, kesinlikle hiçbir şey.”

      İçinde kavrayamadığı şeyi dışarıda bulabilirmiş gibi etrafına baktı.

      “Oysa