Italo Svevo

Zeno'nun Bilinci


Скачать книгу

bir sükûnetle cevap verdi:

      “Size, hastanın bilincinin o andaki durumunun ne olduğunu anlattım. Ama yarım saat sonra veya yarına kadar neler olacağını kim bilebilir? Babanızı hayata tutunduracak tüm olasılıklara kapıyı açık bıraktım.”

      Daha sonra gözlüklerini taktı ve bilgiççe memur görünümü ile doktorun tek bir müdahalesinin, bir ailenin ekonomik kaderini tamamen değiştirebileceği konusunda bitmek bilmez bir vaaz verdi. Alınacak yarım saatlik fazladan bir nefes, bir mirasın yönünü belirleyebilirmiş.

      Şimdi de böyle bir anda böyle bir vaazı dinlemek zorunda bırakıldığım için, kendime acıyarak ağlıyordum. Yorulmuştum, tartışmayı bıraktım. Sülükleri çoktan yapıştırmışlardı zaten!

      Doktor, yatağının baş ucundayken hasta için bir güçtür, sırf bu sebepten Doktor Coprosich’e saygı duydum. Kendisine bir öneride bulunmayışım, bu saygıdandı ancak yıllarca kendimi kınadım bu hareketim için. Pişmanlığım da bütün diğer duygularım ile birlikte öldü. Şimdi bunları yazarken bile bir başkasının başına gelmiş gibi soğukkanlıyım. O günlerden kalbimde yaşamakta ısrar eden o doktora duyduğum kinden başka bir şey yok.

      Sonra bir kez daha babamın yatağı başına gittik. Onu sağına dönmüş, uyurken bulduk. Sülüklerin oluşturduğu yaraları örtmek için şakağına bir bez koymuşlardı. Doktor hemen bilincinin artmış olup olmadığını test etmek için kulağına doğru haykırdı. Hasta hiçbir şekilde tepki vermedi.

      “Böylesi daha iyi.” dedim büyük bir cesaretle ama bunu söylerken ağlamayı sürdürüyordum.

      “Beklediğimiz etki mutlaka kendini gösterecektir!” dedi doktor. “Solumasının çoktan düzeldiğini görmüyor musunuz?”

      Gerçekten de o aceleci, zahmetli solumasında beni korkutan aralıklar yoktu.

      Hasta bakıcı doktora bir şey söyledi, doktor başını sallayarak onayladı. Deli gömleğini hastada denemek gerekiyormuş. O bombayı çantadan çıkardılar ve babamı kaldırıp yatağa oturttular. O esnada hasta adam gözlerini açtı: Bulanıklaşmıştı gözleri, henüz ışığa alışmamışlardı. Gözleriyle etrafı süzüp de olan biteni anlar diye endişe ederek, tekrar hıçkırıklara boğuldum. Oysa hastanın başı yastığına geri döndüğünde, kimi oyuncak bebeklerde olduğu gibi gözleri derhâl kapandı.

      Doktor zafer kazanmışçasına:

      “Durumu iyice değişti.” diye mırıldandı.

      Evet, tümüyle değişmişti tabii! Değişen durumu da benim için çok ciddi bir tehdit yaratmak dışında bir işe yaramıyordu. Duygu seli içinde babamın alnından öptüm ve içimden onun için bir dilekte bulundum:

      “Oh, uyu! Sonsuz uykuya dalana kadar uyu!”

      Ve böylece babamın ölmesini dilemiş oldum ama doktor, ne olduğunu anlayamadı çünkü bana nazikçe şöyle dedi:

      “Kendine geldiğini görmek, sizi de mutlu etti tabii.”

      Doktor gittiğinde, şafak söküyordu. Sıkıcı, tereddütlü bir şafaktı bu. Rüzgâr hâlâ uğulduyordu, donmuş karı yerinden kaldıracak kadar kuvvetli olsa da bana şiddeti azalmış gibi geldi.

      Doktora bahçeye kadar eşlik ettim. Nezaket eylemlerini iyice abarttım ki kendisine duyduğum nefreti anlamasın. Yüzümden sadece teveccüh ve hürmet okunuyordu. Nihayet villanın çıkışına götüren patikada uzaklaştığını görünce bu çabadan kurtularak duyduğum tiksintinin yüzümü buruşturmasına izin verdim. Karların ortasında küçük ve siyah bir görüntü oluşturuyor, her fırtına karşısında sendeliyor, daha iyi direnebilmek için duraksıyordu. Yüzümü buruşturmam kâfi gelmedi, bunca zahmete katlanmıştım ya, hıncımı çıkarmam gerekiyordu. Birkaç dakikalığına soğukta, başım açık, karın üzerinde ayaklarımı öfkeyle yere vurarak yürüdüm. Bununla birlikte, bu çocuksu öfke, doktora mı yoksa kendime miydi bilmiyorum. Her şeyden önce kendimeydi, babamın ölmesini istemiştim ve yürekli olup bunu söylemeye cesaret edememiştim. Sessizliğim, en saf evlat sevgisinden ilham alan isteğimi ağırlığını taşımakta zorlandığım gerçek bir suça dönüştürüyordu.

      Hasta mütemadiyen uyuyordu. Sadece birkaç defa anlamadığım bir iki kelime söyledi, ses tonu pek sakindi, durumu hayli tuhaftı çünkü sık soluması kesilmişti. Acaba bilincine mi yaklaşıyordu yoksa umutsuzluğa mı?

      Maria, şimdi hasta bakıcı ile birlikte yatağın yanında oturuyordu. Hasta bakıcı bende güven uyandırdı ancak abartılı titizliği hoşuma gitmemişti. Maria’nın hastaya şifa olacağına inandığı bir çay kaşığı et suyu alması yönündeki teklifine karşı çıktı. Doktor et suyundan bahsetmemişti ve böylesine önemli bir eyleme karar vermek için dönmesini beklemek gerekirdi. Durumun hak ettiğinden daha kesin bir vurguyla konuştu. Zavallı Maria ısrar etmedi, ben de ısrar etmedim. Ancak yine de bir tiksinti hissettim.

      Geceyi hasta bakıcı ile hastanın başında geçirecektim, yanında iki kişi yeterdi, birimiz kanepede dinlenebilirdi, bu yüzden beni yatmaya zorladılar. Kanepeye uzandım ve hemen uykuya daldım, hiçbir rüya ışıltısının kesintiye uğratmadığı -buna eminim- hoş bir bilinç kaybıydı.

      Oysa dün gece, dünün bir kısmını bu anılarımı toplayarak geçirdikten sonra, beni büyük bir zamansal sıçrayışla o günlere götüren canlı bir rüya gördüm. Doktor ile sülükler ve deli gömleğini tartıştığımız aynı odadaymışım. Ancak şimdilerde eşimle yatak odası olarak kullandığımız oda olduğu için görünümü hayli değişikti. Doktora babamı nasıl tedavi edeceğini ve iyileştireceğini öğretiyormuşum, o -şimdi olduğu gibi yaşlı ve çökük değil ama o zamanlar olduğu gibi güçlü ve gergin- ise öfke içinde elinde gözlükleri ve şaşkın bakışları ile buna değmeyeceğini haykırıyormuş. Aynen şöyle diyormuş: “Sülükler onu hayata dolayısıyla acıya geri döndürecekler, yapıştırmasak daha iyi!” Ben ise yumruğumu bir tıp kitabının üzerine indiriyor ve haykırıyormuşum: “Sülükler! Sülükleri istiyorum! Deli gömleğini de istiyorum!”

      Rüyam birdenbire gürültülü bir hâl aldı, öyle ki karım araya girip uyandırdı beni. Uzak gölgeler! Sizi seçebilmem için optik bir yardım almam gerek, bu da her şeyi altüst ediyor.

      Huzurlu uykum o günün son anısıdır. Sonra onu her saati diğerine benzeyen birkaç uzun gün izledi. Hava düzeldi, babamın durumunun da düzeldiği söylendi. Odada serbestçe hareket etmeye başlamıştı, yataktan koltuğa gidip gelip havalanmaya çalışıyordu. Kapalı pencerenin ardından, güneşte parıldayan karlarla kaplı bahçeye de bakıyordu uzun uzun. O odaya her girdiğimde, Coprosich’in beklediği bilinci tartışmak ve bulutlandırmak için hazırdım. Ama babam, her gün daha iyi duyar ve anlar gibi olsa da o bilinçten çok uzaktaydı.

      Maalesef, babamın ölüm döşeğinde, acıma garip bir şekilde tutunup onu tahrif eden büyük bir hınç beslediğimi itiraf etmeliyim. Bu hınç, her şeyden önce Coprosich’e adanmıştı ve onu ondan gizleme çabamla daha da artıyordu. Ayrıca doktorla tartışmaya devam ederek bilimine hiç aldırmadığımı ve sırf acısından kurtulsun diye babamın ölmesini dilediğimi açıkça söyleyemiyordum.

      Hastaya da öfkelendim sonunda. Günlerce ve haftalarca huzursuz bir hastanın yanında kalmaya çalışan, hasta bakıcı olarak davranmaya uygun olmayan ve dolayısıyla diğerlerinin yaptıklarının pasif bir izleyicisi olan herkes beni anlayacaktır. Zihnimi temizlemek, babam ve benim için acımı düzene sokmak ve belki de tadını çıkarmak için sık sık dinlenmeye ihtiyaç duyuyordum. Oysa bir ilacını içirmek, bir odadan çıkmasını önlemek için savaşıp durmalıydım. Mücadele, her zaman kin doğurur.

      Bir akşam hasta bakıcı Carlo, babamdaki yeni gelişmeyi