daha doğrusu bu acı dolu anıları kâğıda kazırken, geçmişimi yeniden canlandırmaya çalıştığımda hafızamda beliren ilk görüntü içimde bir saplantıya dönüşen lokomotife aitti, sıra sıra vagonlarını dik bir yokuşa doğru güç bela çeken o lokomotif, bana ilk kez o kanepeden babamın nefes alışverişlerini dinlerken görünmüştü. Devasa ağırlıklar taşıyan lokomotifler böyle giderler: Düzenli şekilde tıslarlar, sonra bu tıslamalar hızlanır, en nihayetinde yavaşlar ve duraksar, bu duraksama insana korku verir, ona kulak veren kimse makinenin yüküyle beraber bir akıntıya sürükleneceğini sanır. Gerçekten geçmişi hatırlamak için giriştiğim ilk deneme beni o geceye, hayatımın en önemli saatlerine geri götürmüştü.
Doktor Coprosich, şafak henüz sökmemişken yanında bir kutu ilaç ve bir hasta bakıcı eşliğinde villaya geldi. Yaya gelmek zorunda kalmıştı çünkü şiddetli kasırga nedeniyle araba bulamamış.
Onu ağlayarak karşıladım, o da bana şefkatle davrandı, umutlandıracak sözler söyledi. Yine de şunu söylemeden geçemeyeceğim, o karşılaşmadan sonra, dünyada pek az kişi içimde Doktor Coprosich kadar şiddetli bir antipati uyandırmıştı. Bugün kendisi hâlâ hayatta ancak hayli çökmüş, tüm şehrin saygısını kazanmış. Onu zayıflamış, titrek hâlde hareket olsun diye ve biraz da hava alabilmek için şehrin sokaklarında dolaşırken görünce, hâlâ bir tiksinti uyanıyor içimde.
O zamanlar doktor, kırk yaşını biraz geçmişti. Kendini adli tıpa adamıştı, çok iyi bir İtalyan olmakla birlikte imparatorluk makamları tarafından, en önemli bilirkişilikler de ona verilirdi. Zayıf ve gergin bir insandı, kelliği sıradan yüzünü ortaya çıkarıyor, alnını çok yüksekmiş gibi gösteriyordu. Kendisine önem kazandıran bir başka zayıflığı daha vardı: Gözlüğünü çıkardığında -düşünmek istediği her zaman bunu yapardı- gözleri görmüyor, muhatabının tam yanına ya da başının üzerine bakıyordu, bu hâliyle gözleri bir heykelin renkten yoksun, meraklı, tehditkâr ya da alaycı gözlerini andırıyordu. O zamanlar bakışları sevimsizleşiyordu. Tek bir söz etmesi bile gerekse gözlüklerini tekrar burnunun üzerine yerleştiriyordu, işte o zaman gözleri, konuştuklarını dikkatle inceleyen bir burjuvanın gözleri olup çıkıyordu.
Antreye oturdu ve birkaç dakika dinlendi. Benden ilk belirtiden kendisinin varışına kadar geçen sürede, tam olarak ne olup bittiğini anlatmamı istedi. Gözlüklerini çıkardı ve o tuhaf bakışlarını arkamdaki duvara dikti.
Olanları birebir, eksiksiz anlatmaya çalıştım, içinde bulunduğum durum göz önüne alındığında bu hiç de kolay değildi. Ayrıca Doktor Coprosich’in tıp bilgisi olmayan kişilerin bu konuda bir şeyler biliyormuş gibi davranarak tıbbi terimleri kullanmasına müsamaha göstermediğini de hatırladım. Babamın hastalığı bana göre “serebral respirasyon” olabilir diyince gözlüklerini taktı, bakışları sanki şöyle diyordu “Tanı koymakta acele etmeyelim. Şimdi ne olduğunu göreceğiz.” Ayrıca babamın tuhaf tavrından, beni görme endişesinden, yatağa gitme telaşından da bahsettim. Ama ona, babamın benimle yaptığı o tuhaf konuşmayı anlatmadım, belki de kafasında evirip çevirdiği ama dillendiremediği konu hakkında bir şeyler söylemek zorunda kalmaktan korkuyordum. Yalnızca babamın kendisini tam olarak ifade edemediğini, aklına bir şeyin takıldığını, devamlı bunu düşündüğünü ama bir türlü ifade edemediğini söyledim. Gözlüğü hâlâ burnunun üzerindeyken muzaffer bir edayla haykırdı:
“Ben onun kafasında ne olup bittiğini pekiyi biliyorum!”
Ben de biliyordum bunu ama Doktor Coprosich’i kızdırmamak için söylemedim: Ödemdi bu.
Hasta yatağına gittik. Doktor, hasta bakıcının da yardımıyla bana bir hayli uzun gelen bir süre zarfında, zavallının hareketsiz bedenini döndürüp çevirdi. Dinledi ve muayene etti. Hastanın kendisine yardım etmesini bekledi ama nafile. Bir noktada “Yeter!” dedi. Elinde gözlükleriyle yere bakarak yanıma geldi, içini çekerek: “Metanetli olun! Durumu çok ciddi.” dedi.
Birlikte benim odama gittik, orada yüzünü yıkadı. Gözlüğünü çıkarmıştı, yüzünü kurulamak için başını kaldırdığında ıslak kafası, bir fetişin deneyimsiz bir elden çıkmış tuhaf kafasını andırıyordu. Birkaç ay önce babamla muayene olmaya yanına gittiğimizi hatırladı, neden tekrar gelmediğimizi sordu şaşkın hâlde. İşin aslı, bir başka doktor bulup onu bıraktığımızı sanmıştı çünkü nihayetinde kendisi babamın mutlaka bir tedaviye ihtiyacı olduğunu açıkça belirtmişti. Böyle gözlüksüz hâlde beni azarlarken pek korkunç göründü gözüme. Sesini yükseltmişti, bir açıklama bekliyordu. Gözleri her yerde bir türlü gelmeyen o açıklamayı arıyordu.
Elbette bu konuda çok haklıydı, tüm suçlamaları hak ediyordum. Burada belirtmeliyim ki Doktor Coprosich’e olan nefretim, bu kelimelerinden kaynaklanmıyor, bundan çok eminim. Babamın doktorlara ve ilaçlara karşı isteksizliğinden bahsederek özür diledim; konuşurken ağlıyordum, doktor pek cömert bir nezaketle beni sakinleştirmeye çalıştı, daha öncesinde kendisine gelse bile biliminin şu anda tanık olduğumuz felaketi, en iyi ihtimalle geciktirebileceğini ancak engelleyemeyeceğini söyledi.
Ancak, hastalığın geçmişini araştırmaya devam ederken beni suçlamak için yeni sebepler geçti eline. Babamın son birkaç aydır sağlığından, iştahından ve uykusundan şikâyet edip etmediğini öğrenmek istedi. Ona kesin bir şey söyleyemedim. Hatta her gün beraber oturduğumuz sofrada babam çok mu yiyordu, az mı yiyordu onu bile bilmiyordum. Suçluluğum, kanıtlarıyla birlikte oradaydı ancak doktor sorularında ısrarcı olmadı. Sonra ona, Maria’nın babamı her zaman ölüm döşeğinde sandığını ve benim de onunla dalga geçtiğimi anlattım.
Gözünü tavana dikmiş kulaklarını temizliyordu. “Büyük bir olasılıkla birkaç saat içinde, kısmen bilincini toparlayacaktır.” dedi.
“O hâlde umut var mı?” diye bağırdım.
“Hiç yok!” diye kuru bir şekilde yanıtladı. “Ancak sülükler, bu durumda mutlaka etki eder. Eminim biraz olsun kendine gelecektir, belki çıldırabilir de.”
Omuzlarını silkti ve havluyu yerine koydu. Bu omuz silkme, kendi işini küçümsediği anlamına geliyordu, bu hareket de beni konuşmaya teşvik etti. Babamın uyuşukluktan sıyrılıp ölüm döşeğinde olduğunu fark edeceği düşüncesi beni dehşete düşürdü ama bu omuz silkme olmadan, bunu söylemeye cesaret edemezdim.
“Doktor!” diye inledim. “Ölüm döşeğindeyken onu kendine getirmek, kötülük olmaz mı?”
Gözyaşlarına boğuldum. Sinirlerim bozulmuştu, devamlı ağlamak istiyordum, kendimi hiç direnmeden gözyaşlarına bırakıyordum, doktor gözyaşlarımı görsün de işi hakkında vermeye cüret ettiğim tavsiye için beni affetsin istiyordum.
Büyük bir içtenlikle bana: “Haydi lütfen sakin olun! Hastanın bilinci, asla durumunu anlayacağı kadar net olmayacaktır. O bir doktor değil. Ölmek üzere olduğunu, siz söylemezseniz nereden bilecek? Daha kötüsü de gelebilir başımıza, yani tamamen şuurunu yitirebilir. Ama deli gömleğini yanımda getirdim, hasta bakıcı da burada kalacak.” dedi.
Şimdi daha da çok korkuyordum, ona sülükleri yapıştırmaması için yalvardım. O zaman bana, sakin sakin babamın odasından çıkarken emri verdiğini, hasta bakıcının onları çoktan yapıştırmış olduğunu söyledi. İşte o zaman tepem attı. Hastayı kurtarmak için en ufak bir ümit bile yokken umutsuzluğa itmek ve bu tıknefes hâlinde deli gömleğine katlanmak zorunda bırakmak tehlikesi içinde, onu kendine getirmekten daha kötü bir eylem olabilir miydi? Tüm şiddetimle ama her zaman sözlerime eşlik eden ve anlayış dileyen hıçkırıklarım arasında, ölmeye mahkûm birinin huzur içinde ölmesine izin vermemek duyulmamış bir zulümdür diye ekledim.
Bu