Italo Svevo

Zeno'nun Bilinci


Скачать книгу

da isminin “a” harfi ile başladığını öğrendim. Ona göre çok pratik bir şeydi bu çünkü üzerlerinde baş harfi bulunan eşyalar değiştirmeye gerek kalmadan birinden diğerine geçebiliyormuş. Adları (Hemen ezberledim.): Ada, Augusta, Alberta ve Anna’ydı. O masada dördünün de güzel olduğu söylendi. O baş harf, hak ettiğinden çok daha fazla etkiledi beni. Adlarıyla birbirine bağlanmış, o dört kızı hayal etmeye başladım. Sanki demetle önüme sunulmuşlar gibi geliyordu. Baş harfin ifade ettiği başka bir şey de vardı. Benim adım da Zeno’ydu, yani eşimi kendi memleketimden hayli uzaktan seçmek üzereydim.

      Malfenti ailesine karışmadan evvel, muhtemelen daha iyi bir muameleyi hak eden bir hanım arkadaşımla oldukça eskimiş ilişkimizi bitirmiş olmam, bir tesadüftü belki de. Ama bu tesadüfün beni pek bir düşündürdüğünü söylemem gerekir. Çok basit bir sebepten vermiştim o kararı. Zavallı kadıncağız, kendisine daha çok bağlanayım diye beni kıskandırmaya kalkmıştı. Oysa ona karşı duyduğum şüphe, ilişkiyi bitirme kararı almama yetti. Kafamda evlilik fikrini evirip çevirdiğimi ancak onunla evlenmek istemediğimi çünkü bunun arzu ettiğim gibi benim adıma çok büyük bir yenilik olmayacağını düşündüğümü nereden bilecekti. İçimde ustaca uyandırdığı şüphe, evlilik üstünlüğünün bir göstergesiydi, evlilik böyle şüpheleri kaldırmazdı. Kısa bir süre sonra bu şüphe silindi gitti, o zaman da kadıncağızın pek sık harcamalar yaptığı geldi aklıma. Bugün, yirmi dört yıllık dürüst evliliğin ardından, bu fikrimin doğru olmadığını anladım.

      Ayrılığımız ona şans getirdi çünkü birkaç ay sonra, çok zengin biriyle evlendi. Böylece arzu ettiğim yeniliği, o benden önce elde etmiş oldu. Evlenir evlenmez de onunla evimde denk geldim, kocası kayınpederimin bir arkadaşıydı. Sık sık karşılaştık ancak yıllarca sanki geçmişte hiç tanışmıyormuşuz gibi davrandık, geçmişe dair tek söz etmedik. Yalnızca geçen gün, birden ağarmış saçlarla çevrelenen yüzü gençliğindeki gibi kızardı, bana sordu:

      “Neden terk etmiştiniz beni?”

      Samimi bir şekilde yanıtladım çünkü yalan uyduracak vaktim yoktu:

      “Bilmem, yaşantımda bilmediğim o kadar çok şey var ki!”

      “Ben üzgünüm oysa bittiğine.” dedi. Bu sözlerin vadettiği iltifat karşısında, saygı ile eğilecektim ki “İhtiyarlayınca pek eğlenceli biri olmuşsunuz.” diye ekledi.

      Güçlükle ayağa kalktım. Teşekkür etmeye gerek yoktu.

      Bir gün, Malfenti ailesinin kırda geçirdikleri yaz tatilinin ardından, oldukça uzun bir yolculuk sonrası şehre döndüklerini öğrendim. Eve nasıl girerim diye düşünüp harekete geçmem gerekmedi çünkü Giovanni benden evvel davrandı.

      Bana bir tanıdığının mektubunu gösterdi, mektupta benden de bahsediliyor, hâlim hatrım soruluyordu: Kendisi okul arkadaşımdı, büyük bir kimyager olacağına inanıp çok severdim onu. Şimdi ise aklıma bile gelmiyordu, kimyager olmamıştı, önemli bir gübre tüccarı olmuştu, dolayısıyla onu bildiğim gibi değildi artık. Giovanni, beni sırf kendi arkadaşının arkadaşıyım diye davet etti, -tahmin edileceği gibi- ben de bu daveti hemen kabul ettim.

      O ilk ziyareti daha dünmüş gibi hatırlıyorum. Sıkıcı ve soğuk bir sonbahar gününün öğleden sonrasıydı, ev sıcaktı, paltomu çıkarırken duyduğum rahatlamayı bile anımsıyorum. Limana varmak üzereydim işte. O zamanlar bana basiretmiş gibi gelen o körlüğe, o kadar şaşıyorum ki şimdi… Sağlığın, meşruiyetin peşinden koşuyordum. Bu isimlerinin baş harfi ve son harfi “a” olan dört kızdan üçü derhâl elenecek, dördüncüsü ise ciddi bir incelemeye tabi tutulacaktı. Pek sert bir yargıç olacaktım. Ama bu esnada, ondan beklediğim ya da olmamasını temenni ettiğim nitelikler nedir diye sorsalar cevaplayamazdım.

      Bir taraftan XIV. Louis, diğer taraftan deri üzerine altın rengi işlemeler bulunan Venedik tarzı mobilyalarla donatılmış, o zamanlar kullanıldığı gibi ikiye ayrılmış, zarif ve geniş oturma odasında pencerenin kenarında kitap okuyan Augusta’yı gördüm. Elimi sıktı, adımı biliyordu çünkü babası benden bahsetmişti, beni beklediklerini de söyleyip annesini çağırmaya gitti.

      İşte adları aynı harfle başlayan dört kızdan birini, o sırada çıkardım kafamdan. Nasıl olup da güzel derlerdi bu kıza? İnsanın onda dikkat ettiği ilk şey şaşılığıydı, öyle bir şaşıydı ki bu onu bir süre göremediğinizde, aklınızda bir tek bu özelliği kalıyordu. Pek de gür olmayan sarı saçları vardı ancak bu sarı renk ışıktan yoksun, bulanıktı. Görüntüsü ve kilosu yaşına göre biraz talihsizceydi. Odada yalnız kaldığım birkaç dakika içinde aklımdan şöyle geçti: “Umarım diğer üçü de bunun gibi değildir!”

      Kısa bir süre sonra adaylarımın sayısı ikiye indi. Annesiyle birlikte içeri giren kızlardan biri, henüz sekiz yaşındaydı. Omuzlarına dökülen parlak, uzun ve bukleli saçları vardı, pek güzel bir kız çocuğuydu! Dolgun ve tatlı yüzü Raffaello Sanzio’nun5 hayal dünyasından çıkmış düşünceli bir meleği -sessiz kaldığı sürece- andırıyordu.

      Kayınvalideme gelince… Onun hakkında dilediğimce yazamıyorsam kendisine duyduğum derin saygıdandır. Yıllardır bir anne olarak görüp sevdim kendisini ancak şimdi burada bana pek de dostça davranmadığı bir hikâyeden bahsedeceğim, bu defteri hiç görmeyecek olsa bile kelimelerimi özenle seçmeye niyetliyim. Zaten bu hikâyedeki varlığı, o kadar kısa sürdü ki unutmam çok zor olmazdı: En doğru zamanda ağzından çıkan tek bir söz, zaten zayıf olan dengemi hepten kaybetmeme neden olmuştu. Belki de onun müdahalesi olmasa da kaybedecektim dengemi, hem kim bilir, o da işlerin böyle gitmesini mi istemişti?

      O kadar iyi eğitim görmüştü ki kocası gibi şişenin dibine vurup bana oynadığı oyunu aşikâr etmesi imkânsızdı. Asla etmedi de. Bu yüzden çok iyi bilmediğim bir hikâyeyi anlatmak üzereyim, kızları arasında asla aklımda olmayanla evlenmem, onun kurnazlığından mı yoksa benim saflığımdan mı kaynaklanıyor emin değilim.

      Bu arada evlerini ilk kez ziyaret ettiğim vakitler kayınvalidemin epey güzel bir kadın olduğunu söyleyebilirim. Zarifliğinin bir sebebi de göze çarpmayan ama lüks giyimiydi. Onunla ilgili her şey, yumuşak ve uyumluydu.

      Böylece, kayınpederim ve kayınvalidemde, hayalini kurduğum bütünleşmiş karı koca ilişkisini yakaladım. Birlikte çok mutlu olmuşlardı, adam vara yoğa bas bas bağırıyor, kadın da kimi zaman onaylayarak, kimi zaman acıyarak gülümsüyordu. Kadın bu irice adamı seviyordu, adam da elde ettiği başarılı işlerle onu ele geçirmiş ve bir daha da bırakmamış olmalıydı. Kadını kocasına bağlayan çıkar değil, ona duyduğu hayranlıktı, ben de aynı duyguyu paylaştığım için bunu yadırgamadım. İçinde bir mal ve iki düşmandan -alıcı ve satıcı- başka bir şeyin bulunmadığı o daracık alana, öylesine bir canlılık getirmişti ki orada her daim, yeni bileşenler ve ilkeler doğuyor ya da keşfediliyordu, bu da yaşama insanın soluğunu kesen bir heyecan katıyordu. Adam karısına tüm işlerini anlatıyordu, kadın ise asla tavsiye vermeyecek kadar iyi eğitilmişti çünkü adamı yanıltmaktan korkuyordu. Giovanni’nin ihtiyaç duyduğu gibi sessiz bir destekti bu, ara sıra karısının tavsiyesini alacağı inancıyla eve geliyor, nihayetinde kendini bir monolog içinde buluyordu.

      Onu aldattığını, kadının bunu bildiğini ve hiçbir kin beslemediğini öğrendiğimde şaşırmadım. Evleneli henüz bir yıl olmuştu, bir gün Giovanni pek üzgün bir hâlde yanıma geldi, çok değerli bir mektubu kaybettiğini, bana verdiği evraklar arasına karışmış olabileceğini umduğunu, bu yüzden de evrakları gözden geçirmek istediğini söyledi. Aradan birkaç gün geçince keyifli keyifli mektubu bulduğundan bahsetti, cüzdanındaymış. “Bir hanım arkadaştan mıydı?” diye sordum, başını