verdi. Rüyalarımda ise tümüne ulaşıyordum. Elbette özelliklerini değiştirerek güzelleştirmeye çalıştığım yoktu. Sadece çok ince ruhlu bir ressam arkadaşımın yaptığını uyguluyordum, güzel kadınları canlandırırken başka bir güzel şeyi de düşünüyordum: Örneğin narin porselenleri. Tehlikeli bir rüyadır bu. Çünkü hayalini kurduğumuz kadınlara yeni bir güç verebilir, onları gerçek ışıkta tekrar gördüğümüzde rüyalarınızdaki meyvelerin, çiçeklerin, porselenlerin izlerini taşırlar.
Ada’ya yaptığım kurlardan bahsetmek benim için zor. Hayatımın uzun bir dönemi boyunca, kendimden utanmama neden olan, bunları ben yapmış olamam diye düşündüren bu aptal macerayı unutmak için çabaladım. “Bu kadar da ahmak olamam ben!” diyordum. Yadsımak rahatlamamı sağlıyordu, bu nedenle bunda ısrar ediyordum. On yıl önce, yirmi yaşında böyle davranmış olsaydım yine neyse! Ama sırf evlenmeye karar verdiğim için böylesi ahmaklıklarla cezalandırılmak, haksızlık gibi geliyordu. Her türlü maceradan yüzsüzlüğe varan bir rahatlıkla geçip gitmişken burada utangaç bir çocuğa dönüşmüştüm, sevgilisinin eline belki de farkına bile varmazken dokunmaya çalışan, sonra bedeninin böylesi bir temasla onurlandığı kısmına tapınan. Bu macera her ne kadar hayatımın en temiz macerası olsa da bugün yaşlanmışken onu en çirkini olarak hatırlıyorum. Sanki on yaşında bir çocuk, ninesinin göğsüne dadanmış gibi tatsız bir anı. Mide bulandırıcı.
Peki, kıza bir türlü açılamayıp “Kararını ver!” demeyi bir türlü başaramayışımı nasıl açıklayacağım? Beni istiyor musun, istemiyor musun? O eve hayaller kurarak gidiyordum, birinci kata çıkan merdivenleri tırmanırken hepsini sayıyordum, tek çıkarsa beni seviyor diyordum, kırk üç merdiven olduğunda da hep tek çıkıyordu. Karşısına büyük bir güvenle dikiliyordum, bu sefer konuşacağım derken tamamen başka bir şeyden bahsetmeye başlıyordum. Ada, henüz bana küçümsemesini gösterme fırsatı bulamamıştı ve ben de tek kelime etmeye cesaret edememiştim! Ada’nın yerinde olsam bu otuz yaşındaki delikanlının kıçına tekmeyi basardım.
Şunu söylemeliyim ki ben, sevgilisinin boynuna atılmasını susarak bekleyen yirmilik delikanlılara da pek benzemiyordum. Böyle bir şey beklediğim yoktu. Konuşacaktım tabii ancak daha sonra. Henüz açılamadıysam bu, kendimden şüphe etmemden kaynaklanıyordu. İlahıma, güçlü, asil sevgilime layık olmayı bekliyordum. Bugün olmazsa yarın olabilirdi bu. Neden beklemeyecektim?
Böyle bir fiyaskoya yöneldiğimi, zamanında fark etmediğim için de utanıyorum. En sıradan kızlardan biriyle karşı karşıyaydım ancak onu, o kadar düşlemiştim ki bana iflah olmaz bir yosma gibi geliyordu. Hakkımda bir şey bilmek istemediğini bana göstermeyi başardığında duyduğum muazzam öfkemde haksızdım. Ama düş ile gerçeği o kadar birbirine karıştırmıştım ki beni bir kez bile öpmediğine ikna edemedim kendimi.
Kadınları yanlış anlamak, gerçekten de zayıf bir erkekliğin işaretidir. Daha önce hiç bu konularda yanılmamıştım ve ilişkilerimi en başında olduğundan farklı görebilmek için Ada hususunda yanıldığıma inanmak zorundayım. Niyetim onu elde etmek değil, onunla evlenmekti, bu da alışılmadık bir aşk yoludur, çok geniş rahat bir yoldur ancak insanı hedefine değil, ne kadar yakın da olsa hedefin yanıbaşına vardırır. Bu şekilde elde edilen aşkta temel özellik eksiktir: Dişinin boyun eğmesi. Böylece erkek, görme ve işitme duyuları da dâhil olmak üzere, tüm duyularına yayılabilen büyük bir atalet içinde kendi rolüne hazırlanır. Ben her gün bu üç kıza da çiçekler getirdim ve üçüne de tuhaf tuhaf hediyeler taşıdım ve hepsinden önemlisi, inanılmaz bir hafiflikle onlara her gün kendi hikâyemi anlattım.
Yaşanılan anın kıymeti arttıkça herkes geçmişi daha bir hararetle hatırlar. Nitekim ölüm vakti gelip çattığında humma içindeyken insanın tüm hayatının film şeridi gibi gözlerinin önünden geçtiği söylenir. Mazi, beni en son vedalaşmamın katılığıyla ele geçiriyordu çünkü ondan gitgide uzaklaştığımı hissediyordum. Augusta ve Alberta’nın yoğun ilgisinin cesaretlendirdiği bu geçmişten bu üç kıza bahsedip durdum, ki belki de Ada’nın pek emin olamadığım dalgınlığını örtmek içindi bu. Augusta iyi kalpliliği ile her şeyden kolayca etkileniyordu, Alberta ise öğrencilik zamanında yaptığım taşkınlıkları, gelecekte benzer maceralara atılabilme arzusuyla yanakları kızararak dinliyordu.
Çok sonra Augusta’dan öğrendim ki bu üç kızdan bir tanesi bile hikâyelerimin gerçek olduğuna inanmıyormuş. Augusta’ya sırf bu sebepten daha değerli gelmişler çünkü bizzat benim uydurduğum şeylermiş ya kaderin bana dayattıklarından daha çok benimmiş gibi gelmiş gözüne. Alberta da inanmadığı hikâyelerimi sevmiş çünkü iyi niyetimi görmüş içlerinde. Yalanlarıma kızan tek kişi ise ağırbaşlı Ada olmuş. Tüm çabalarımın neticesinde kendi hedefini değil, tam yanı başındaki başka hedefi vuran bir nişancı gibi hissediyordum.
Oysa anlattığım hikâyelerin çoğu doğruydu. Tam olarak ne kadarı doğru söyleyemem çünkü onları Malfenti’nin kızlarından önce daha pek çok kadına da anlattığım için, elimde olmadan bazı kısımlarını çarpıtmış ve daha anlamlı hâle getirmiş olabilirdim. Nitekim gerçektiler çünkü benim onları ifade ediş biçimim buydu, bugün artık bu gerçeği ispatlamayı umursamıyorum. Benim uydurduğumu düşünüp bundan etkilenen Augusta’yı hayal kırıklığına uğratmak istemiyorum. Ada’ya gelince… Bence şimdiye kadar fikrini değiştirmiş, hikâyelerimin doğru olduğunu anlamıştır.
Ada ile ilişkimde olan tüm başarısızlığım, en sonunda sesimi çıkarmam gerektiğine karar verdiğim anda ortaya çıktı. Bu sonucu şaşkınlıkla karşıladım ve en başta inanmadım da. Benden hoşlanmadığını ifade eden tek bir kelime bile söylememişti, bana pek de sempati beslemediğini gösteren ufak tefek hareketlerini ise görmezden gelmiştim. Üstelik ben de gereken sözü söylememiştim ki daha, Ada’nın onunla evlenmeye hazır olduğumdan bihaber olduğunu, bu nedenle de beni -tuhaf ve çok da başarılı olmayan bir öğrenciyi-başka bir şeylerin peşinde sandığını düşünebilirdim.
Bu yanlış anlaşılmalar, çok kararlı olduğum evlilik niyetim nedeniyle uzadıkça uzuyordu. Ada’yı tamamıyla istiyordum, titizlikle yanaklarını parlatıyor, ellerini ayaklarını ufaltıyor, boyunu düzleştirip bedenini inceltiyordum. Onu bir eş ve bir sevgili olarak istiyordum. Ancak bir kadına ilk kez nasıl yaklaşmışsanız o tavır öylece kalır.
Beni arka arkaya üç kez o evde diğer iki kız karşıladı. Ada’nın yokluğunu ilk seferinde mecburi gitmek zorunda olduğu bir ziyaret ile ikincisi sefer rahatsızlandığı ile açıkladılar, üçüncüsünde ise hiçbir mazeret sunmadılar, ta ki ben endişenip sorana kadar. O zaman rastlantı sonucu yöneldiğim Augusta cevap vermedi, yardım ister gibi Alberta’ya baktı, Alberta yanıtladı beni: Ada, teyzelerinden birine gitmişti.
Nefesim kesildi. Ada’nın benden kaçtığı açıktı. Bir gün önce yokluğuna katlanmış ve belki görürüm umuduyla ziyaretimi uzatmıştım. Ancak o gün, birkaç saniye ağzımı açamadan öylece kaldım ve sonra başıma giren ani bir ağrıyı bahane edip gitmek için kalktım. Ada’nın direnişiyle ilk kez karşılaştığım o gün, hissettiğim en güçlü duygunun, öfke ve küçümseme olması tuhaf! Hatta onu yola getirmek için Giovanni’ye başvurmayı bile düşündüm. Evlenmek isteyen bir adam böyle şeyler yapabilir, atalarını tekrar etmektir bu.
Ada’nın bu üçüncü yokluğu daha da anlamlı hâle gelecekti. Öyle ki onun evde olduğunu ama kendisini odasına kitlediğini keşfedecektim.
Her şeyden önce şunu söylemeliyim ki o evde gönlünü kazanmayı başaramadığım başka bir kişi daha vardı: Küçük Anna. Diğerlerinin önünde saldıramıyordu artık bana çünkü pek bir paylamışlardı. Birkaç kez de kız kardeşleriyle birlikte hikâyelerimi dinlemişti. Ancak tam evden ayrılacağım