Italo Svevo

Zeno'nun Bilinci


Скачать книгу

Malfenti ile oturduğumuz kanepenin karşısındaki ufak sedire yerleşince, kızcağız ablasının kucağına uzanmaya gitti, o ufacık kafasının içinde dolaşıp duran düşünceleri bilmediğim sürece, beni eğlendiren bir azimle gözlemledi beni.

      Sohbet başlarda pek tatlıydı diyemem. Hanımefendi, tüm iyi eğitimli insanlar gibi ilk buluşmada oldukça sıkıcıydı. Ayrıca o eve girmemi sağlayan, benim ise adını bile hatırlamadığım arkadaşım hakkında çok fazla soru sordu.

      Sonunda Ada ve Alberta içeriye girdi. Derin bir nefes aldım: İkisi de çok güzeldi, o ana kadar varlığı eksik olan ışığı odaya taşımışlardı. İkisi de esmer, uzun ve inceydi ama yine de birbirlerinden oldukça farklıydılar. Seçim yapmakta çok zorlanmayacaktım. Alberta o zamanlar on yedi yaşındaydı. Esmer olmasına rağmen teni, annesi gibi pembemsi ve duruydu, bu da görüntüsündeki çocuksuluğu kuvvetlendiriyordu. Ada ise kar beyazı yüzünü renklendiren mavimsi gölgeleri, ağırbaşlı bakışlarla dolu gözleri, kıvırcık, gür ve zarafetle taranmış saçları ile tam bir kadın görünümündeydi.

      Üzerinden zaman geçince içimizde büyük bir kuvvetle hissettiklerimizin köklerini keşfetmemiz zordur, yine de Ada’ya karşı hissettiklerimin darbe de foudre6 olmadığına eminim. Yıldırım aşkına tutulmamış olsam da onu görür görmez bir kanıya kapıldım: Beni ihtiyacım olan kutsal tek eşli evlilik yoluna, oradan sağlığa ve ahlaklı bir yaşama itecek olan kadındı o. Şimdi yazarken geriye dönüp baktığımda ona yıldırım aşkı ile tutulmayıp, böyle bir düşünceye kapılmama şaşırıp kalıyorum. Biz erkekler sevgililerimizin hem taptığımız hem nefret ettiğimiz özelliklerini eşlerimizde aramayız, bunu herkes bilir. Bundan dolayı olsa gerek, ilk bakışta Ada’nın tüm zarafetini ve güzelliğini fark edemedim, ona ağırbaşlılık ve enerji gibi nitelikler atfettim, yani biraz hafifletilmiş olsa da babasında sevdiğim özellikleri onda da görüp hayran kaldım. O zamandan bu yana -şimdi bile böyle düşünüyorum- bu düşüncemde yanılmadığımı sanıyorum, Ada kızlığında, daha evlenmemişken sahipti bu niteliklere, bu yüzdendir ki iyi bir gözlemci sayabilirim kendimi ama yine de biraz kör bir gözlemci. Ada’ya ilk kez baktığımda aklımdan tek bir dilek geçti: Ona deli divane âşık olmalıydım ki evlenebilelim. Sağlığımla ilgili giriştiğim denemelerimde olduğu gibi büyük bir enerji ile giriştim bu işe de. Ne zaman başladım tam olarak bilemem, kim bilir belki de o ilk ziyaretimin kısa sayılabilecek bir süresi içinde.

      Giovanni, benim hakkımda kızlarıyla epey konuşmuşa benziyordu. Eğitim hayatım boyunca Hukuk Fakültesinden, Kimya Fakültesine, oradan da tekrar Hukuk Fakültesine geçtiğimi biliyorlardı. Açıklamaya çalıştım: İnsan kendini bir fakülteye kapattığında, bilinmesi gereken şeylerin çoğuna cahil kalıyor, dedim. Ayrıca ekledim:

      “Hayat tüm ciddiyeti ve var gücüyle üzerime gelmeseydi -bu ciddiyetin son zamanlarda aldığım evlenme kararından kaynaklandığını söylemedim- bir fakülteden diğerine geçmeye devam ederdim.”

      Sonra onları güldürmek için:

      “Pek tuhaf tesadüf doğrusu, fakülteden ayrılacağım zamanlar, tam da sınavlara denk geliyordu! Şans işte!”

      Yalan söylediği aşikâr birinin gülümsemesiyle söyledim bunları. Doğru olansa öğrenimimi çeşitli mevsimlerde değiştirmiştim.

      Böylece Ada’nın kalbini kazanmak niyetiyle yola çıkmış oldum, onu ağırbaşlılığından ötürü seçtiğimi unutup devamlı güldürmeye çalışıyordum. Zaten biraz tuhaf bir insanımdır, ona da hepten deli gibi görünmüştüm herhâlde.

      Ancak tüm hata bende değil, bunu seçmediğim Augusta ve Alberta’nın hakkımdaki görüşlerinden anlayabilirsiniz. Yine de o sıralar gözlerini dört açıp ağırbaşlılıkla yuvasına kabul edeceği adamı soruşturan Ada’nın, kendisini güldüren kişiyi sevmesini bekleyemezdim. Güldü, uzun uzun güldü, öyle ki kahkahaları onu güldüren kişiyi gülünç duruma düşürüyordu. Pek küçümseyici bir durumdu bu, sonunda zararlı çıkacaktı ama zarar eden, ilk ben oldum. Sessiz kalmayı becerebilseydim kim bilir, belki de işler başka türlü ilerlerdi. Bu sırada o konuşma fırsatı bulur, bana içini açması için zaman kazanmış olurdu.

      Dört kız, Anna Augusta’nın kucağında olmasına rağmen sıkışmış ufak sedirin üzerinde oturuyorlardı. Beraberken pek güzeldiler. Bende hayranlık ve sevgi uyandırdıklarını fark edip için için sevindim buna. Gerçekten güzellerdi! Augusta’nın soluk rengi diğerlerinin kumral saçlarının rengini vurgulayıp ortaya çıkarıyordu.

      Üniversiteden söz ettim, lisenin sondan bir önceki yılını okumakta olan Alberta da bana biraz derslerinden bahsetti. Latincenin kendisi için çok zor olduğundan yakındı. Saşırtıcı değil dedim çünkü bana göre kadınlara uygun bir dil değildi, o kadar ki eski Romalılar zamanında bile kadınların İtalyanca konuştuğunu düşünürdüm. Oysa Latince -pek güvenerek söyledim- benim en sevdiğim dersti. Ancak kısa bir süre sonra, Alberta’nın beni düzeltmek zorunda kalacağı Latince bir özdeyiş söyleme cüretkârlığında bulundum. Gerçek bir rezaletti! Yine de çok önemsemedim ve Alberta’yı, bir on yarıyıl üniversite okusa da Latince özdeyişler hususunda dikkatli olması için uyardım.

      Geçenlerde İngiltere’de babasıyla birkaç ay geçiren Ada, o ülkedeki birçok kızın Latince bildiğini söyledi. Sonra her zamanki gibi ağırbaşlı, herhangi bir müzikaliteye yabancı, nazik minyon bedeninden beklenenden biraz daha alçak ses tonu ile İngiltere’deki kadınların bizim kadınlarımızdan oldukça farklı olduklarını ekledi. Hayır işleri için dinsel hatta ekonomik amaçlar ile dernekler kuruyorlarmış. Kız kardeşleri Ada’yı konuşmaya devam etmesi için zorladılar, o dönemde şehrimizin kızlarına rüya gibi gelen, o harika şeyleri tekrar duymak istiyorlardı. Ada da gönülleri olsun diye kürsüye çıkıp yüzlercesi karşısında yüzü kızarmadan konuşan, sözü kesildiğinde ya da argümanları çürütüldüğünde şaşırmadan ya da bocalamadan sözlerine devam edebilen başkan, gazeteci, sekreter ve politikacı kadınları anlattı. Yalın, renklendirmeden, insanları konu hakkında meraklandırmaya veya güldürmeye çabalamadan konuşuyordu.

      Ben ağzını açar açmaz olayları ya da insanları çarpıtan, aksi hâlde konuşmanın faydasız olduğunu sanan biriyimdir, onun bu yalın üslubunu sevmiştim. Hatip olmasam da konuşma hastalığım vardı. Benim için kelimelerin başlı başına bir olay olması gerekirdi, başka bir olayın onları hapsetmesi mümkün değildi.

      Ancak hain Albione’ye7 karşı özel bir nefretim vardı ve bunu Ada’yı gücendirmekten korkmadan açık ettim, zaten o da İngiltere’yi sevdiğini ya da nefret ettiğini söylememişti. Orada birkaç ay geçirmiştim ancak seyahat ederken babamın iş arkadaşlarından aldığım bazı tanıtım mektuplarını kaybettiğim için gerçek bir İngiliz ile tanışamamıştım hiç. Bu nedenle Londra’da sadece birkaç Fransız ve İtalyan aile ile görüşmüş ve o şehirdeki tüm iyi insanların kıtadan geldiklerini düşünmeye başlamıştım. İngilizce bilgim çok sınırlıydı. Bununla birlikte, arkadaşların da yardımıyla Adalıların yaşamına dair bilgiler edinebilmiş ve her şeyden önce, İngiliz olmayan tüm insanlara karşı besledikleri antipatiyi öğrenebilmiştim.

      Kızlara böyle düşmanların ortasında kalmış olmanın yarattığı tatsız duygudan bahsettim. Yine de eğer başıma talihsiz bir olay gelmeseydi, babam ve Olivi’nin İngiliz ticaretini -hiç karşılaşmamıştım çünkü tenha yerlerde yapıldığı söyleniyordu- öğrenmem için dayattıkları altı aylık staj süresine katlanabilir, İngiltere’ye tahammül edebilirdim. Bir gün, sözlük almak için bir kitapçıya gitmiştim. Girdiğim dükkânda, tezgâhın üzerinde, ipekten kürkü ile okşanmaya davetiye çıkaran, kocaman, şahane