Мемдух Шевкет Эсендал

Bizim Nesibe


Скачать книгу

sırada iki genç muavin kaptan, iki genç adam geçerler, çok gizli bir nazarla kadınlara bakarlar. Bunlar belli ki tatlı çapkın adamlar. Birisinin, yeni tıraştan sonra sakal bıyık yerleri belli oluyor, bu güzel mi, çirkin mi? Çabuk hüküm verilebilir bir şey değil.

      Tenhada bir kadın, bunların arasına düşse… İnsan onların hâllerini düşündükçe güleceği geliyor.

      “Ne gülüyorsun?”

      “Ben mi? Şimdi mesela, bizim gittiğimizden annemin haberi olmasa da birden karşısına çıksam…”

      “Eee, bunda gülecek ne var? Hem onların haberi de var.”

      “Var ya! Sanki olmasa diyorum…”

      Gece oluyor, gittikçe deniz kararıyor. Birkaç gemici, merdiven yanında ayakta konuşuyorlar.

      Yemek çanı çalınıyor. Yolcular aç değiller ama sofraya gidecekler. Kamaralarına gidip kitaplarını bırakıyorlar. Sofrada kimleri göreceklerini bilmiyorlar.

      Yemek salonuna geldikleri vakit sofra henüz boştur, ayakta pencereden bakıyorlar. Bir aralık, gemi başkaptanının, gemi düdüğü kadar kalın sesi duyuluyor, dönüyorlar. Başka yolcular da yetişiyorlar. Herkes yerine oturuyor. O, kadınlara dik dik bakan adam, gemi kâtibiymiş. Yaramaz çocukların anası, babası yemekteler. Çocukları kamaraya kilitlemiş olacaklar.

      Yemekte iki genç hanım daha ortaya çıkıyor. Bunların biri o kadar güzel, sevimli bir hanım ki bütün erkeklerin gözü üstünde kalıyor. Açık kumral saçlarından bir demetçik, güzel kaşının üstüne düşmüş. Kendine bakan gözlerden sanki rahatsızdı.

      Kaptan iri yarı bir adam, eski bir deniz kurdu. Ensesi kat kat, omurları merdiven basamaklarından daha kalın, iri parmakları arasında çatal bıçak kayboluyor. Uzun yıllar Cava, Hint Çini, Çin seferleri yapmış; çok meraklı hikâyeleri var. Göründüğü gibi kaba bir adam da değil. Yemekte, bir münasebetle Hindistan’da gördüklerini anlattı.

      Yaramaz çocukları olan ana baba, herkesten evvel sofradan kalkarlar. Bir kısmı, bir zaman daha kalır, kaptanı dinlerler.

      Yemekten sonra gemi büsbütün tenhalaşmış görünüyor. Gemi karanlıkta gidiyor, sular hışırdıyor. Vapurda geziliyor. İkinci mevki salonda birkaç kişi oturmuş konuşuyorlar. İçlerinde genç, güzel bir kadın da var, derin derin esniyor. Çokları kamaralarına çekilmişler, gidip yatmalı…

      Bir gece sonra gemi bir limanda duruyor. Yemek yenilmiş, yola çıkmak için zamanı bekliyorlar. Güvertede gezinirler. Karanlık denize bakarlar. Herkes bir tarafta. Geçen günleri düşünüyorlar. Arkada bırakılmış bir şehir var. Orada ne vardı? Hiç! Ne iyi oldu da oradan çıkıldı. Lambalı, abajurlu odalar, çaylar, poker masaları, geçmiş hayattan konuşmalar, dedikodu, yalancılıklar, boş boş şeyler. Bunlarla geçen ömre yazık. Ne olsa gelecek günler bundan fena olmaz. Yoksa acaba az çok farkla, her yerde aynı şeyler mi?

      Bu düşünceler bir üzüntü verir. İyi ki insan geleceği bilmiyor.

      Şimdi memlekette onları bekliyorlar, sevinç gözyaşları hazır. Öpüşler ne kadar hararetli olacak, birkaç gün onları ne kadar şımartacaklar, ne soracaklar? Neler anlatılacak?

      “Orası nasıl bir yer? Hiç, adi bir yer! Orada kimler var? Filan, filan. Nasıl adamlar? Şöyle böyle! Nasıl vakit geçirdiniz? Biz mi? Hiç sorma!”

      Vapur hâlâ kalkmıyor, ikinci kamara salonundan piyano sesleri geliyor, bütün erkekler orada toplanmışlar. O ikinci kamaradaki kadın bir artistmiş, Filistin’e gidiyormuş, pek güzel sesi varmış!

      Bu erkekler iğrenç şeyler. Bu kadın oynak bir kadın, keskince bir kadın kokusu almışlar, hepsi başına toplanmaya bahane arıyor. Kadının artistliği, sesinin güzelliği hep bundan geliyor.

      Deniz sakin, uzakta şehrin ışıkları parlıyor. Ne yapmalı? Yatmak için çok erken değil mi? Yavaş yavaş, arka tarafa gidip bir kanepenin köşesine oturulur, tekrar memleket düşünülmeye başlanır. Acaba filanca beni görünce ne yapar? Şaşıracaktır. Kim bilir! Filan acaba vapura gelir mi? Filan beni görünce bir köşeye çekip havadis soracaktır. Onu memnun etmek için mutlaka bir aşk macerası uydurmalı. Gece ne güzel… Denizde bir buruşuk bile yok.

      Artık varılıyor, geminin yanına sandallar sokuluyor. Bir sandal içinde sizi bekleyenleri tanıyorsunuz. İşaret ediyorlar, gülüyorlar, sesleniyorlar, bir şeyler söylüyor, bir çocuğa sizi gösteriyorlar. Sonra sandalın sokulması geç kalınca sizi bırakıyor, gemiyi seyrediyorlar. Birkaç dakika sonra gene işaretler yapılıyor, tekrar selamlar…

      Nihayet gemi yanaşıyor, size kavuşuyorlar. Bazıları sizi zayıflamış, bozulmuş; bazıları şişmanlamış, bozulmuş; pek azı da güzelleşmiş buluyor. Siz de bazılarının ihtiyarlamış, bazılarının şişmanlamış, bazılarının da zayıflamış olduklarını söylüyorsunuz ama bunlara inanmalı mı?

      Selamlaşmalar, öpüşmeler, latifeler, alaylar… Oradaki hamallar, polis memurları alışık gözlerle sizin bu hâlinize bakıyorlar.

      Sevinç gözyaşları tez kurur. Sandala binerken, rıhtıma çıkarken, eve giderken sizi üzen şeyler de oluyor, sevinç arasında onlara da dikkat ediyorsunuz.

      Gece, tamamen sevdiğiniz adamlarla birlikte iseniz geç vakte kadar oturuyorsunuz. “O zaman siz yazmıştınız, ben cevap verecektim, hastalandım. Siz böyle yazıyorsunuz, hiç ben yapabilir miydim?”

      Seyahat bitiyor. Hazırlanmış yumuşak bir yatak var. Bu oda size yabancıdır. Eşyanızı açıyorsunuz, tekrar toplamak derdi olmadığına memnunsunuz. Pencereyi açıp gecenin karanlığına bakıyorsunuz. Bu kadar istenilen, hasreti çekilen yerler, işte buralardır. Sizi bekleye bekleye bu yerler sanki ihtiyarlamış. Yeni arzular canlanıncaya kadar gönül boş kalıyor.

      Aradan aylar hatta yıllar geçer, o bırakılan şehrin hatıraları, bu yolculuk unutulur; yalnız dünyanın büsbütün başka bir köşesinde, başka bir hayatın sürüp gittiği o yerleri rüyada görürsünüz yahut orada dikilmiş bir elbise parçası ele geçer. O zaman birdenbire, geçmiş hayata bir muhabbet duyulur, bir lahza düşünülür, birkaç gün o geçmiş hayatın hatıraları, ne kadar canlılığını kaybetmiş olsalar da sizi oyalar. Bütün geçmiş hayat böyledir.

1928

      TUZCUOĞLU’NUN OTÇULUĞU 23

      Aziz Tuzcuoğlu, askerliğini yaptı geldi, birkaç ay bir işe tutunamadı. Eniştesi Ömer Çavuş bir dükkân tutmak istemiş. Aziz, ablasına:

      “Ben dükkânda oturamam.” demiş.

      “E ne iş yapacaksın?” diye sordular.

      Çerçilik24 yapacakmış. At alacak, köylere çıkacak, öteberi satacakmış. Eniştesi, ablası beğenmediler amma ses de çıkarmadılar. Eniştesi bir at alıverdi. Basmadan, iğneden, iplikten biraz sermaye düzdüler, köylere çıktı.

      Altı-yedi ay bu işin arkasında koştuktan sonra köylerden kasaplık hayvan alıp gelmeye başladı. İlkin biraz para batırdı ise de sonra işini düzeltti. Para kazandığını görünce ablası ona köyden bir kız da alıverdi. Bir ev açtılar. Bir yıl sonra da bir oğlu oldu.

      İşler yolunda gidip dururken kim bunun aklına girmişse girmiş, beylikçiliğe25 kalkmış. Askere ot verecekmiş. Eniştesini de ortak almak istiyor.

      Eniştesi:

      “Tuzcuoğlu.” dedi. “Biz otçuluğu nereden biliyoruz? Sen beylikle boğuşmayı kolay mı sandın? Bu, köylerden dana toplayıp Şemsioğlu’nu suluğa vurmaya benzemez. Bir yol içeri gittik mi eldeki