yanında çalışır bir dadı çocuğu, sık sık gelip gitmeye, sofracı karılarla âşıktaşlık etmeye yeltenir oldular.
Yahudi kızı biraz daha genç, Rum karısı biraz daha yaşlı gibi ise de Yahudi kızından daha güzel. İkisi de taburla yahut bölükle değil ise de takımla erkeğin bir başından girip bir başından çıkmış kadınlar. Sadri ile Arif’e metelik vermediler.
Sıtkı’nın anası Nazire Hanım, yağlanmış, etlenmiş ama ihtiyarlığa boyun eğmemiş, saçları kınalı, gözleri sürmeli bir hanım; başına bir namaz bezi örtmüş, ortalıkta dolaşıyor, sanki iş yapıyor, bir yandan da yerli yersiz:
“Bugün de beni görmedik erkek kalmadı; bereket versin boynumda nikâhım yok.” diyor. Allah bilir içinden de neler geçiyor.
Bugün erkekler yalnız onu değil, evdeki bütün kadınları, bunlar arasında güveyin kız kardeşi yirmi üç yaşında Fahrünnisa ile besleme, on dokuz yaşlarında İkbal’i de görüyorlardı. Kızlar ne yapsınlar; hangi kapıyı açsalar bir erkeğin gözü, çalı dikeni gibi gözlerine batıyor.
Öğleye doğru güveyi, kan ter içinde geldi. İki küfe dolusu et, erzak getirilip aşçının önüne konuldu.
Güveyi, uzunca boylu, sırtı genç yaşında biraz kamburlaşmış, yaşı otuz dolayında, düşük ince bıyıklı bir adam. Anası, kız kardeşi, yakın komşulardan yaşlı birkaç hanım, güveyin dört yanını alıp ona yalvarmaya başladılar, ki gidip bir tıraş olsun, temiz bir yakalık, bir yeni kravat taksın!..
Yukarıda bunlar güveyi kandırmaya uğraşırlarken aşağıda Tevfik Bey’in sesi işitildi.
“Hani güveyi, nerede?”
Uzun boylu, şişman, çıplak kafalı, gür sesli bir adam. Adliye memurlarındandır. Bütün mahallenin kâhyası gibidir. Sözünü dinletir. Kimsesizlerden, dul kadınlardan birinin bir işi olsa ona gider. Gençlere, ihtiyarlara, herkese karışır.
Güveyi, kadınlardan yakasını kurtarıp aşağı inince Tevfik Bey’le, bahriye kalyon kâtiplerinden Şemi Bey’le karşılaştı.
“Buradayım.” dedi.
“Buradayımla olmaz, daha hiçbir şey hazır değil. Hani sofralar? Hem bu karılar sofrayı beceremezler. Bunları kim buldu sana? Naim mi?..”
Sonra, kapının yanında duran Sadri’ye dönerek:
“Bunların biri dört, hadi hadi beş kişiye yemek verebilir. Kırk kişilik sofra bunlarla döner mi? Hem bunlar artık başlasınlar. Hani bakalım, nerede sofralar? Düş öne! Göster bakalım!..”
Yukarı kata çıktılar. Sofralardan biri merdiven başındaki odaya kurulacakmış. Biri de köşedeki büyük odaya. Yemek için de sofaya bir büyük masa kurulmasını sofracı karılar kararlaştırmışlar.
Odalara kurulacak sofralar, rakı sofraları; asıl sofra yemek sofrası. Tevfik Bey sordu:
“Hani? Nasıl kuracaksınız bakayım?”
Gösterdiler:
“İşte, şuradan şuraya!”
“E, aşağıdan yukarı gelenler nereden çıkacak?”
“Ne yapalım, biraz da katlansınlar…”
“Neye katlanacaklar? Hizmet edecek, tabak getirecek, şişe götürecek. Böyle olmaz. Sofrayı ayakyolu kapısından oda kapısına doğru kurmalı. Bu ayakyollarına da bolca bir su döktürsünler, pek baygın kokuyor.”
Sofranın nasıl kurulacağı kararlaştı ama başka güçlükler çıktı. Hem kadeh eksik geliyormuş, hem de çatal bıçak…
Tevfik Bey:
“Gördünüz mü şimdi yediğiniz naneyi! Bunu şimdi mi söylerler! Takımı tam getireceklerdi. Nerede o herif?”
Herif ortada yok. Tevfik Bey:
“Hıfzı Paşalarda vardır.” dedi. “Gidip onlardan istemez misin?”
Sıtkı kaşlarını kaldırıp:
“Mahallemizin büyüğüdür.” dedi. “Bayramda giderim ama şimdi nasıl gidip isteyeyim! Annem hanımefendi ile tanışır. Bakalım valideye soralım…”
Tevfik Bey, fesini sandalyenin üstünden alarak:
“Dur.” dedi. “O kadının yapacağı iş değil. Ben gider paşadan isterim. Hoşuna da gider.”
Kalktı, gitti. Yarım saat sonra da paşanın aşçısı, birkaç takım çatal, bıçak, tabak getirdi. Kadeh yokmuş.
Kadeh için başka bir kolayını bulamayıp satın almaya adam koşturuldu.
Sular kararmaya5 başlamıştı. Lambalar yakıldı. Sofranın üstüne mezeler, ufak tabaklarla rakı sürahicikleri dizildi.
Mahalleden şöyle ayak hizmeti edebilecek birkaç kişi daha geldiler. Rakının idaresi işini Bahriyeli Şemi Bey üstüne aldı.
Evin içinde rakı kokusu, meze kokusu, daha başka anlaşılmaz baygın kokular birbirine karışıyordu.
Tevfik Bey ayakyollarına üçer beşer kova su döktürdü.
Misafirler baş gösterdiler. İlkin mahalleliden üç-beş kişi kapıdan girdiler. Kapı önünden, merdiven başından, yukarı kattan birkaç “Buyurun!” sesi duyuldu.
Toplu gelen birkaç kişiden biri:
“Cemal Bey geldi mi?” diye sordu.
“Gelmedi!”
“Olmaz şey, şimdi önümüz sıra geliyordu! Nereye kayboldu!..”
Odaya hatırlı misafirler alınacak iken hatıra gönüle bakmayarak ilk gelenler alındı.
Keman çalacak olan Kemal Bey, birkaç arkadaşı daha, biraz sonra da Hafız İsmail Efendi, Nazmi’yi bulup getirdi. Arkadan başka misafirler de gelince, köşedeki büyük odayı açmadıkça, hizmet edeceklere dönecek yer kalmayacak. Yalnız, büyük odanın lambası yokmuş.
Tez, birini koşturup büyük bir lamba buldurdular. Masa, takım bulmak, odayı açıp misafirlere buyurun demek epeyce uzun bir iş oldu ise de sıcaktan, daraçlıktan6 boğulan misafirlere de bir ferahlık oldu.
Mahalleden yardıma gelmiş olanlar alt katta, çakırkeyif olmuşlardı.
Kanunu, udu akort etmeye başladılar. Misafirlerden her biri istedikleri yerlere oturmuş tabakların, mezelerin de yerlerini değiştirmişlerdi.
Odada, köşede, pencere önünde oturmuş, başını da açmış şişman bir efendi, yanındakilerden bir kadeh rakı istedi. Çatalla meze de uzattılar. İçti, yedi, bir de cıgara yaktı; köşeye yaslandı, bir ayağını altına aldı, öteki dizini de dikti. Sonra eliyle çıplak kafasını okşayıp:
“Oh, efendim, safa!” dedi. Anlaşılan keyfi yerine geldi.
Saz takımı bir kanun, bir keman, bir tambur, iki ut, altı-yedi de okuyan! Akort bitti. Keman taksime başladı. Herkes sustu. Rast taksim.
Mahalleliden babacan bir efendi, kemanın sesinden coşmuş olacak ki:
“Allah, Allah…” dedikten sonra, orada duran gençlerden birine:
“Hakkı oğlum.” dedi. “Şuradan doldur bir tane, ver bakayım!..” Bu adamın içişi, içmeye daha başlamış olanlara bir emir gibi oldu. İçmeye başladılar. Yanındakilere rakı, cıgara verenler, alaya başlayıp gülüşenler, kemanın sesini gölgede bıraktılar..
Alt katta içki daha önceden başlamıştı. Hıfzı Paşanın aşçısı, konağın yemeğini yamağına tapşırıp