Güzide Sabri

Yaban Gülü


Скачать книгу

bir tavırla:

      “Yemin ederim ki ben hiçbir şey bilmiyorum. Seni bize yabancı bir kadın getirdi. Onlar çoktan ölmüşlerdi. Sen bu kadının eline kalmıştın…”

      Leyla bir kere “Ah!..” diye haykırdı ve sonra Mahinur Kalfa’nın kolları arasına düştü.

***

      Artık konaktaki yaşayış tarzında ve idarede mühim değişiklikler yüz göstermeye başlamıştı. Pakize Hanım elinde anahtarlar, ötekine berikine emirler veriyor, büyük kalfayı çağırarak Leyla için ona bir şeyler söylüyor, sonra zavallı kızı görür görmez içinden bir öfke ile:

      “Baksana kızım! Kitaplarını ve yazıhaneni, ufak tefek neyin varsa en aşağı kata indir. Bundan sonra hocaların oraya gelsinler. Sende artık büyük kalfanın yanında yat. Odalar yetişmiyor, orasını kendime misafir odası yapacağım. Anlamıyor musun?” diyordu.

      Birdenbire büyük bir konağın, yüksek bir mevkinin sahibesi olduğu için ne oldum delisi olan bu şımarık kadının sözlerinde, itiraz kabul etmez bir katiyet vardı. Emre itaat mecburi olduğu için biçare Leyla kaç senedir severek yattığı bu küçük sevimli odadan karyolasını bozdu, yatağını kalfanın odasına indirdi. Kitaplarını, yazıhanesini, bütün sevdiği bu kıymetli eşyalarını en aşağı katta karanlıkça bir odaya yerleştirdi. Bu işleri hiç kimseye şikâyet etmeden gördü. Sofada kalfaya tesadüf eder etmez kalfa kendisine:

      “Gördün mü Leyla, başımıza gelenleri?” diye şikâyete başlamıştı. “Bütün kabahat bizim efendide.” diyordu. “Ne olacak, dayısının yanında adi bir besleme gibi büyümüş; terbiyeden, görgüden mahrum olan bir kızı hanım diye başımıza getirirse işte böyle evin içi altüst olur. Dünyada sonradan görmek kadar fena bir şey yoktur. Ah… Rahmetli hanımefendiciğim gözlerini aç da bak, kırkyıllık evin barkın ne hâllere girdi. Kocan bu yaştan sonra gönül budalası oldu.”

      Kalfa pek buhranlı idi. Leyla bu sözleri dinlemek istemediğini anlatan bir tavırla:

      “Nemize lazım, nineciğim.” dedi. “Onun ne mazisine ne de şimdiki hâline dair söz söylemeye hakkımız var. Yalnız o bizimle uğraşmaktan vazgeçse emin ol ki kendisini seveceğim ve memnun etmeye çalışacağım. Fakat niçin bilmem, kendisi bizden hoşlanmadı. Ben ne yaptım, hem ne yapabilirim değil mi? Benim gibi zavallı öksüz bir kız…”

      Günler, aylar geçtikçe Pakize Hanım’ın kahır ve cefası, hiddet ve nefreti daha ziyade artıyordu. Leyla’yı o kadar kıskanıyor, ona o derece haset ediyordu ki o sırma gibi parlak saçlarını yolmak, o eşsiz gözlerini çıkartmak, âleme karşı onu çirkin ve menfur göstermek arzusu ile yanıyordu. Ah bu kadar güzel, bu kadar müstesna olmasaydı… Bununla beraber mükemmel bir tahsil, mükemmel bir musiki ve esaslı bir terbiye… Evet, Leyla’nın sahip olduğu meziyetlerin hiçbiri kendisinde yoktu. Bunu anladığı için daha ziyade üzülüyor, daha ziyade harap oluyordu. Bir evlatlık, adi bir köylü olduğu hâlde kendisinden kat kat üstündü. Bu çekememezlik her dakika onu öldürüyordu.

      Rahmi Bey Leyla’nın çektiği üzüntüyü, uğradığı hakareti görüyor, fırsat buldukça onun kırık gönlünü almaya uğraşıyor. Gizli gizli:

      “Leyla kızım.” diyor. “Bu hırçın kadının hareketlerini hatırım için hoş gör. Bir gün onların hepsinden vazgeçecek. Sabret, kusuruna bakma…”

      Leyla bu sözleri dinlerken Rahmi Bey’in gözlerinde aşkının şiddetine tercüman olacak kadar kuvvetli parıltılar görüyor ve bu kuvvetin şiddeti altında her türlü meşakkate dayanmaya razı olacağını anlıyordu.

      Bir gün kalfa:

      “Biliyor musun Leyla?” demişti. “O seni kıskandığı için böyle yapıyor. Çünkü sen çok güzelsin, sonra ruhen ve his bakımından ondan yükseksin. O senin yanında hiç değeri kalmadığını gördüğü için böyle kuduruyor, patlıyor. Sonra sana hücum ediyor. Hiç müteessir olma, hiç üzülme yavrum. Tahammül ile selamete çıkacağına emin ol.”

      Mahinur Kalfa’nın bu düşüncesi tamamıyla hakikate uygun olduğu hâlde hayatı boyunca haset denilen fenalığı hissetmemiş olan Leyla, temiz bir vicdan ile bu sözlerin varlığına ihtimal vermeyerek dinliyordu.

***

      Bir gün İstanbul’dan fena bir haber aldılar. Feridun Bey, bunu amcasına yazıyordu. Babası ansızın kalp sektesinden ölmüştü. Rahmi Bey senelerden beri hasret olduğu biraderinin ölümüne son derece müteessir oldu. Günlerce gözyaşı döktü. Leyla da çok müteessir olmuştu. Bu hiç görmediği amcanın matemini kalbinde sakladı. Feridun’un ne elemli günler geçirdiğini düşündü. Bu düşünce anlamadığı bir sebepten dolayı ruhunu üzdü.

      Aradan iki sene daha geçti. Leyla on yedi yaşını bitiriyordu. Kahırlar ve zulümler içinde geçen bu uzun zaman, hayatının en azaplı safhalarıydı.

      Bir akşam Rahmi Bey büyük bir sevinçle geldi. “Padişah emri ile İstanbul’a gidiyoruz.” dedi. Bu müjde, konak içinde pek büyük bir sevinçle karşılandı. Her tarafta bir hazırlık, herkeste bir telaş vardı. Pakize Hanım kaç senedir görmediği biraderine kavuşacağı için memnun, Leyla İstanbul’u hiç görmediği için garip bir merak içinde idi. Zira Rahmi Bey, Sultan Abdülhamid’in izni olmayınca İstanbul’a gidemeyenler arasında bulunan ekâbirden idi. Feridun Bey’e hareket edecekleri günü bildiren bir telgraf çekildi ve o hafta hareket eden posta vapuru ile hareket olundu.

      Rahmi Bey’in merhum biraderi Emin Bey’in konağında aile reisi olarak Feridun’un annesi Süreyya hanımefendiden başka kimse yoktu. Bu hanenin idaresi ve geçimi pek muntazam olup Emin Bey hayatta iken bile bir şeye karışmazdı. Evin bütün idaresi hanımefendinin nezareti altındaydı. Zaten serveti tamamıyla kendine ait olup bunu da pek yolunda idareye muvaffak olmuş ve hayattaki bütün mesai ve muhabbetini yegâne oğlu Feridun Bey’e hasrederek çocuğun tahsili ve terbiyesine ait vazifelerini ancak ifa eylemişti.

      Feridun, yirmi altı yaşında bir genç olduğu hâlde babasından ziyade annesinin nüfuzu altında yaşardı. Bu idareli kadın, oğlunu akranları arasında en ciddi ve metîn bir tahsil ile yetiştirmişti.

      Feridun arkadaşları arasında ahlakının iyiliği, terbiyesi, zekâsı ve iktidarı ile tanınmıştı. Şimdiye kadar hiçbir kadının arkasından koşmak için yorulduğunu hatırlamayan bu genç adam bu adi heveslerden, geçici sevgilerden nefret eder; aşkı bir oyun, bir eğlence olarak kabul edenlere teessüfle bakardı.

      Kendisi aşkı, ancak pek yüksek kalplerde yaşayan ve pek kıymettar bir his olarak tanırdı. Onu hiç incitmeden, hiç kirletmeden, hiç hırpalamadan muhafaza etmek isterdi. Henüz daha kimseyi sevmiyor, daha doğrusu sevemiyordu. Bu kadar yüksek gördüğü aşka layık bir kalp arıyor; ölmeyen, eskimeyen, çürümeyen bir bitkiyle bunu orada yaşatmak emelini besliyordu.

      Hanımefendi, oğlunun şimdilik sevmek hissinden uzak yaşadığına ve muhabbete bu derece hürmetkâr olduğuna son derece memnun olmakla beraber bu yüksek düşünce ile hiçbir vakit istediği aşkına ulaşamayacağına emin olduğu Feridun’a her suretle kendi beğendiği gibi bir kız alacağını düşünerek seviniyordu.

      Bu kadının en büyük kusur ve en çirkin ahlakı, kibirli olmasıydı. Hemen hemen kendinden aşağı olanlarla lakırtıya tenezzül etmeyecek kadar gururu vardı. Asaletini, mevkisini pek yüksek görür ve bundan mahrum olanları hor görürdü. Sözleri pek ağır ve pek vakurdu. Hiçbir kadını, hiçbir kızı oğluna layık göremezdi. Tahakkümü pek sever ve dünyada kendisinden başka kimsenin aklıyla, sözüyle hareket etmez, kimsenin fikrini beğenmezdi. Bununla beraber Feridun, annesini son derece hürmet ve muhabbetle sever ve onun hükmeden ve mağrur bakışları karşısında daima hürmetle söz söylerdi.

      Bir akşam Feridun elinde bir