ılında İstanbul’da doğan yazarın çocukluğu ve gençliği Fındıkzade ve Erenköy’de geçti. 1988 yılında Kadıköy Anadolu Lisesi’ni bitirdikten sonra Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tıp eğitimine başladı ve profesörlüğe kadar uzanan yolculuğuna bu üniversite bünyesinde devam etti. 2010 yılında Türkiye’nin en genç dekanı olarak aynı fakültenin yönetim sorumluluğunu üstlendi
1999-2001 arasında ABD, Boston’da Harvard Tıp Fakültesi’nin eğitim hastanelerinden Brigham and Women’s Hospital’da iki yıl süreyle çalışan Batırel daha sonra değişik sürelerle ABD, Belçika, Japonya gibi ülkelerde eğitimini pekiştirdi.
Seyahat etmeyi çok seven yazar gerek ailesiyle birlikte gerekse bireysel olarak yaptığı yolculuklarla farklı kültürleri tanıma fırsatı buldu.
Akademik açıdan çok sayıda makalesi olan Batırel, ulusal ve uluslararası mesleki örgütlerde aktif görev aldı. Bu sayede dünyanın her tarafından meslektaşları, çalışma arkadaşları ile iç içe olma, birlikte çalışma fırsatı yakaladı. Halen öğretim üyesi olarak çalışmaya devam etmektedir.
Saime’ye…
Önsöz
Doktorların, özellikle de cerrahların hayatları merak uyandırır. Bir dost meclisinde aranızda doktor arkadaşınız varsa önce herkes kendisinin veya yakınının şikâyetlerinden bahis açar. Sonra biraz takdirle birlikte doktorların meşguliyetleri konu olur. En son birisi, “Bu kadar stresi nasıl kaldırıyorsunuz, ben hayatta bu işi yapamazdım,” diyerek sohbeti noktalar.
Yukarıdaki sohbetin gerçeklik payının bazı nedenleri var. İlki, doktor/cerrah olabilmenin diğer mesleklere kıyasla çok daha uzun bir eğitim gerektirmesi. İkincisi, az bulunan kişilerden olmaları. Üçüncüsüyse insan vücuduna iyileştirme, hayat kurtarma amaçlı müdahale yetkileri.
Bu kitapta, çok merak edilen bu mesleğin her aşamasını detaylarıyla bulacaksınız. İlk bölümde otuz yıla yakın meslek hayatımda üzüldüğüm, sevindiğim, tedirgin olduğum, ders aldığım ve hayret ettiğim hastaların hikâyelerine yer verdim. Yaşadıklarımdan hep bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Bazen göz ucuyla uzaktan görmek dahi yetti, bazen ilk seferde göremedim, atladım, ikincisinde gözümün içine girdi. Her işte olduğu gibi cerrahlıkta da bakmak değil görmek önemli. Hastaya vakit ayırmak tomografilerden, ultrasonlardan veya modern yöntemlerden daha değerli. Büyük cerrah Belsey’in söylediği gibi, “Hastayı dinleyin, o her zaman haklıdır!” Ben de dinledim.
İkinci bölüm, hekimliğin ruhuna dair. Bir hekim/cerrah nasıl davranmalı, yaşamalı, konuşmalı, çalışmalı. Gözlediğim gelişmeler, meslektaşlarımın örnekleri ve nadir haberler üzerinden bu ruhu hissettirecek makaleleri okuyacaksınız.
Üçüncü bölümde hayatımın uğraşı, akciğerleri ele alıyorum. Nefes almak en önemli yaşam fonksiyonlarından biri olduğundan, bunu sağlayan akciğerleri, hastalıklarını ve nasıl sağlıklı akciğerlere sahip olabileceğimizi herkesin anlayabileceği bir dilde ifade etmeye çalıştım. Kanuni Sultan Süleyman’ın dahi önemle vurguladığı sağlıklı bir nefesin değerini göstermeye gayret ettim.
Dördüncü bölümdeyse nasıl doktor, cerrah, hatta hoca olunur, hangi süreçlerden geçilir, ne tür zorluklara katlanılır, ülkemizin yabancı ülkelerden farkları nelerdir gibi soruları cevaplayarak bu mesleğe girmeye niyetlenenlere yolu aydınlatmayı denedim.
Bu kitap, başımızdan geçen ilginç hasta hikayelerini anlattığımda “Hocam siz bunları yazmalısınız” diyen asistanlarımızın teşviği ile başladı. Değerleri meslektaşlarım Prof. Dr. Kemal Sayar ve Dr. Buket Arbatlı yazmanın kıymetli bir uğraş olduğunu, bırakmamam gerektiğini defaetle hatırlattılar. Daha sonra sayın Serkan Parlak ilk tashihlerde ve kitap düzeninde çok yardımcı oldu. Kitabı yayınlanma aşamasına getirebilmek için editörümüz Elif Ayla hanımla beraber zaman sınırı tanımaksızın uyumla çalıştık, kitaba son halini verebildik. Hepsine teşekkürü bir borç bilirim.
Sevinçler, heyecanlar, ibretler, üzüntüler, kalbe yorgunluk veren inişler çıkışlar barındıran bu kitabı okuduğunuzda bir hekimin, cerrahın hayatını kelimeler üzerinden yaşayacaksınız. Bazı makalelerde hak verip bazılarında ben daha farklı, daha doğru davranırdım diye düşüneceksiniz.
Büyüklü küçüklü ekranlara bakmaktan dinlemeyi ve konuşmayı unutmaya başladığımız bu devirde, bir doktorun, cerrahın hayatına şahit olan kişilerden biri olacaksınız.
Birinci Bölüm
Hastalık Yoktur Hasta Vardır
Cesaret
Nevşehir’in Kapadokya bölgesindeki bir köyden 70’li yıllarda çok sayıda akciğer zarı kanseri (mezotelyoma) olan hasta Ankara’da ünlü bir üniversite hastanesine başvurmuştu. Bunun üzerine köydeki toprak incelenmiş, erionit denilen kanserojen bir toz bulunmuştu. Erionit, asbest benzeri bir lifti ve akciğer zarı kanserine neden olmaktaydı.
İlkokul yaşlarımdayken televizyonda izlediğim Uğur Dündar’ın konuyla ilgili haber programını hâlâ hatırlıyorum. Yeri gelmişken ekleyeyim, böyle ciddi hastalıların medyatik olmasını doğru bulmuyorum. İnsanlar yanlış anlayıp olmayacak davranışlarda bulunabiliyorlar. TRT tek kanaldı ve bu mecrada seneler evvel televizyonda bir doktorun zakkumun kansere çare olduğu tezi yayınlanınca bazı kişiler zakkum kaynatıp içmiş ve zehirlenerek ölmüştü.
Bu haberden sonra köyün adı kanserliye çıkmıştı. Bu durumda ne olacağını tahmin edebilirsiniz. Önce köyün delikanlılarına orta çağdaki gibi lanetli muamelesi yapıp köy dışından kız vermemişler. Bunun üzerine bir grup köylü Stockholm’e göçmüş. Halen o köyden yaklaşık üç yüz kişi yaşıyor İsveç’te. İlk göçtüklerinde temizlik, inşaat işlerinde çalışmış birçoğu. Bazıları ufak tefek esnaflık yapmış. Bazıları da büyük iş adamı olmuştu.
2003 yılıydı. Akciğer zarı kanserini tedavi etmek konusunda gayret sarf ediyorduk. Bu hastalığı olan kişiler yavaş yavaş tedavi için kliniğimize yönlendiriliyordu. Hastalığın tedavisi ile uğraşan göğüs hastalıkları uzmanı bir meslek büyüğümüz, Stockholm’de yaşayan, malum köyden göçmüş elli beş-altmış yaşlarında bir hanımın akciğerinde su topladığını, büyük ihtimalle mezotelyoma olduğunu söyledi. Hastayı bizim kliniğe yönlendirdiğini, İsveç’ten İstanbul’a geleceğini söyledi.
Hastanın sol akciğerinde su toplanmış, ancak daha tanısı konulmamıştı. Muayenesini ve tetkiklerini yaptık. Bu gibi durumlarda önce akciğer zarından biyopsi işlemi yapıp hastalığın adını koyardık ama hastayı ikna etmek mümkün olmadı. “Beni ya büyük ameliyata alın ya da hiçbir şey yaptırmam,” diye tutturmuştu. Hastanın hekimi yönlendirmesi üniversite hekimleri için kabul edilemez bir durumdu. Sonradan öğrendik ki hastanın annesi ve abisi de mezotelyomadan vefat etmiş. Mezotelyoma olduğuna çok emindi. Bize, “Daha yaşamak istiyorum, elinizden geleni yapın,” dedi. Hasta gerçekten mezotelyomaydı. Ameliyatı ve sonrası iyi gitti. Taburcu olduktan sonra radyoterapi, kemoterapi de aldı. İlk iki yıl her şey gayet iyi gitti. Hayat kalitesi düzeldi. Günlük işlerini rahatça yapıyordu.
Onun cesareti, çok büyük bir ameliyat sonrası hızla toparlanışı oradaki aynı köyden kişilerin de ilgisini çekmişti. Stockholm’de akciğerinden hastalananların neredeyse tamamını bize danışmaya başlamıştı. Bir süre sonra oğluna da tomografi çekilmiş. Tomografide akciğer zarında normalde görülebilecek değişiklikler bulunmuş olmasına rağmen hemen İstanbul’a gelip aynı ameliyatı olması için bizi zorlamaya başlamışlardı. Bu insanların içlerindeki mezotelyoma korkusu bambaşka bir şeydi, herkes, ölüm sırası acaba bana mı geldi psikolojisinde yaşıyordu. Güçlükle ikna ettik oğlunda bir problem olmadığına, bu değişikliklerin sigara içenlerde görülebileceğine.
Söz konusu hanım tedavi olalı iki yıl dört ay olmuştu. Karnında şişkinlik şikâyeti olduğunu söyledi. Tomografisinde, karnında sıvı vardı. Örnek aldık, mezotelyoma çıktı. Göğüs boşluğunda hiç tümör yoktu, ama karnında tekrarlamıştı. Patoloji sonucunu aldığımda hastaneye çağırdım. Eşine, “Sonuç kötü bey, iyi olsa doktor telefonda söylerdi,” dedi. Sonucu söyledim,