Murat Ali Ersan

MAHALLENİN EN GÜZEL KIZI


Скачать книгу

kilometre daha gitseydi su kaynatırdı,” dedim, “Neden bilmiyorum hararet göstergesi yükseldi.”

      Başını gökyüzüne doğru kaldırdı, gözleriyle güneşi aradı, “Malum hava sıcak. Tabi bir de yokuş olunca, haliyle…”

      “Öyle tabi.”

      “Yolculuk nereye?” diye sordu, bir dal sigara uzattı.

      “Sağ ol, izmariti yeni söndürdüm. Konya’ya bir arkadaşı ziyaret edeceğim oradan da İstanbul’a geçeceğim sonra da istikamet Çorlu. Çorlu’da bir arkadaşım evleniyor.”

      “İyi, iyi,” dedi sigarasını afiyetle içerken, “Allah bir yastıkta kocatsın,” öksürüyordu, her öksürdüğünde ciğerlerinden bir parça da yola doğru savruluyordu. Gözleri kan çanağı oluverdi birkaç saniyede.

      “İyi misin?” diye sordum, “Su vereyim mi? Torpidoda su olacaktı.”

      “Yok sağ ol. Geçer şimdi, tütün kurumuş, boğazımı yaktı,” dedi, birkaç kez yutkunarak boğazındaki acıyı gidermeye çalıştı, “Geçen gün Gaziantep’ten yarım kilo tütün almıştım, tütüncü kuru vermiş. Atsan atılmaz, mecbur içeceğiz,” dedi, sonra arabamın motoruna doğru eğildi. Sigarasını dudağına yerleştirdi. Motorun alt kısmındaki kabloları kontrol etmeye başladı, “Ben de Afyon’a karpuz götürüyorum, Adana’dan aldım yükümü, Karataş’tan, bilir misin Karataş’ı?”

      “Adanalıyım,” dedim, “Küçükken gitmiştim birkaç kez. Karataş’a, denize girmeye…”

      “İyi, iyi,” dedi, arabamın motorundan tozlu bir kabloyu çıkarıp ucundaki plastik şeyi bana gösterdi, “Bunu değiştir. Kaza yaparsın sonra. Motor yağını da değiştir, seviyesi azalmış, contayı yakarsın. Eskiden araba tamircisiydim, oradan biliyorum,” dedi, tozlu ellerini pantolonuna sürdü.

      “Çorlu’ya kadar götürür mü beni?” diye sordum.

      Yaşlı gözlerini kısıp yolun yukarısına doğru baktı, eli belindeydi, “Çorlu uzak,” dedi, “Sen yine de yol üstünde tamirci görürsen arabanı yanaştır. En azından yarım litre yağ takviyesi yapsın.”

      “Öyle yaparım. Sağ olasın,” dedim, kamyonu işaret ettim, “Seninkinin neyi var?”

      “Balatalar… Herhalde içine taş girmiş. Patır kütür ses geliyor. Bizim oğlanı aradım, yarım saate gelir,” dedi. Sonra yaşına aldırmadan kamyonun kasasına doğru yönelip tırmandı, orta halli bir karpuzu çekip çıkardı, bana uzattı, “Yolda yersin.”

      “Ne gerek vardı?”

      “Olsun, havalar sıcak, çekinme, al yahu, alsana,” dedi, karpuzu ön koltuğa yatırıverdi. “Yolun uzun, insanlar da su kaynatır…”

      “Doğru,” dedim gülümseyerek.

      Kaputa doğru eğildi, elini motor bloğunun üzerine tuttu, “Hararet azalmış gibi görünüyor.”

      Isıyı kontrol etmek için arabaya geçip kontağı çevirdim, gösterge birkaç tık aşağı düşmüştü, Akçatekir yokuşunu çıkana kadar idare ederdi.

      İhtiyar arabanın yan tarafına gelince torpidonun üzerindeki şiirlerimi gördü. Emin olmak için başını içeri doğru uzattı.

      “Anlaşılan şiir yazıyorsun,” dedi, kafa salladı.

      “Birkaç karalama sadece.”

      “Aşığın biliyor mu ona şiir yazdığını?”

      “Hayır,” dedim çaresizce, “Hayır, bilmiyor.”

      “Bu kötü işte… Gençliğimde ben de şiir yazardım,” dedi. Katarakt inmiş gözleri birkaç saniyeliğine daldı gitti, “O sıralar bir kıza vurgundum, adı Makbule’ydi… İncecik bel, dilber gibi dudak, billur gibi ses…”

      “Makbule hı, peki ne oldu Makbule’ye?” diye sordum.

      “Uzun hikâye,” diye geçiştirdi. Aslında anlatmak istiyordu çünkü bunu hissedebiliyordum. Ulubeyli Asker gibi, onu dinleyen birine ihtiyaç duyuyordu, “Hem de çok uzun hikâye,” dedi merak etmem için, “Ohoo, anlatmaya kalksam sabah olur! Sabahı geçtim roman olur!” Gülümsemeye çalıştı, kara bir gülümsemeydi, yaşlı yanakları artık daha da kırışmıştı.

      Donuk gözleri torpidonun üzerindeki kâğıt parçalarındaydı.

      “Ben de zamanında Makbule’ye âşık olduktan sonra şairliğe soyundum,” diye başladı konuşmasına, “Ona her gün şiir yazdım, bazısı birkaç dizeden oluşuyordu bazısı da sayfalarca uzayıp gidiyordu. Makbule’ye olan sevgimi ifade edecek bir şiir arıyordum sadece. Öyle bir şiir yazmalıydım ki Makbule şiiri okuduktan sonra kollarıma atlamalı ve yanaklarımı saatlerce öpmeliydi.”

      “Eee? O şiiri yazabildin mi peki?”

      “Yazdım,” diye başını salladı, “Hem de tam istediğim türden bir şiir. Otuz altı dizeden oluşan serbest nazım! İnci gibi dizmiştim kelimeleri. Yeri geldi beş dizeyi bir dakikada. Yeri geldi bir kelimeyi bir ayda yazdım. Şiiri temiz bir kâğıda aktardım kız kardeşimle Makbule’ye gönderttim. Makbule’nin evi bizim mahallenin hemen köşesindeydi. Erkekler onunla evlenmek isterdi. Kadınlar onun gibi görünmek isterdi. Makbule mahallenin gün ışığıydı. Ona yazdığım şiiri okuduktan sonra bana haber göndertmiş. Saat ikide Gülyazı Pastanesinde onu bekliyorum demiş. Düğünlerden düğünlere giydiğim bir kadife takım elbisem vardı. Hı bu arada sana tavsiyem sevdiğin kadının yanına takım elbiseyle git. Bu ona olan saygının bir göstergesidir.”

      “Takım elbise mi? Gerçekten mi?”

      “Tabi ya! Hem de en fiyakalısı. Takım elbise her kadının hoşuna gider. İşte ben de bu niyetle kadife takım elbisemi giydim, saçlarımı da taradım, elime de üç tutam kırmızı karanfil aldım…”

      “Kırmızı karanfil mi?”

      “Kırmızı olanlar aşkı temsil eder çünkü. Bir kadına kırmızı karanfil vermek demek ona âşık olduğunu ifade etmek demek. Eskiden böyleydi, insanlar duygularını çiçeklerle anlatabiliyordu. Her duyguyu yansıtan bir çiçek olurdu. Mesela hayal kırıklığına uğrayanlar sarı karanfil gönderirlerdi. Anlayış bekleyenler pembe lale gönderirlerdi. Sarı fulya beni asla unutma demekti. Beyaz karanfil de saflığı, temizliği ve sonsuzluğu simgelerdi. Gelin arabaları da beyaz karanfille süslenirdi… Neden bilmiyorum ama eskiden çiçeklerin bir hayli anlamı vardı. Şimdi internetten sipariş verilen bir obje oldu.”

      “Doğru söylüyorsun, şu zamanda her şeyi internetten alıyoruz. Peki ya sonra ne oldu, yani Makbule’yle buluştunuz mu?”

      “Hı, hı buluştuk. Gülyazı Pastanesi’nde buluştuk. Makbule ona yazdığım şiiri beğendiğini söyledi. Bir tane daha şiir yazar mısın diye sordu. Yazarım, dedim. Elimi tuttu, öne çıktı, yanağımı öpecekti ama pastane kalabalıktı. Eve dönüşte Makbule’yi bir sahanlığa çektim. Kapat gözlerini, dedim. Kapattı. Hazır mısın, diye sordum. Hazırım dedi. Makbule’nin göz kapaklarına bir buse kondurdum. Bu da neyin nesi diye şaşırdı. Bu dedim, bu bir şair öpücüğüdür, dudaklarından öpmem için karım olman gerek dedim. Bu bir evlilik teklifi mi diye sordu. Birkaç ay sonra düğün planları yapar olmuştuk ama…” Sustu, dudağı eğildi, karşıdaki tepeye doğru kırgın argın baktı.

      “Ama?”

      “Aması,” dedi ihtiyar. Hatırladıkça canı sıkıldı, derin bir nefes alıp verdi, “Aması, hayatın acımasız gerçekleri… Şairlerin ortak kaderi… Yaşadığım mahalle yoksuldu. Makbule ise mahallenin en güzel kızıydı. Anlayacağın kadere yenik düştüm. Yoksul mahallesinin en güzel