Murat Ali Ersan

MAHALLENİN EN GÜZEL KIZI


Скачать книгу

ki şiir yazmaya devam ettiğin sürece er ya da geç kaybedeceksin, öyle mi?”

      İhtiyar sigara izmaritini ayağıyla tepeledi, “Doğru, kaybedeceksin. Şairlik intihar sebebidir,” dedi, “Kimse sen şairsin diye sana saygı göstermeyecek, ancak bir limuzinden inersen orası ayrı.”

      “Ya kadınlar?”

      “Ne olmuş kadınlara?”

      “Şairleri sevmezler mi?”

      “Kadınlar,” diye tekrar etti, “Kadınlar duygusal canlılardır. Kolay sevebilirler ancak son sözü söyleyen hep mantıktır. Yani baldırı çıplak bir şairsen mahallenin en güzel kızını alamazsın,” dedi.

      “Yine de ona şiir yazmak gibisi yok.”

      “Doğru, sevdiğin insana şiir yazmak gibisi yoktur ama dikkat et şiir bağımlılık yapar, duygulara bağımlı olursun sonra. Yazdıkça kendini iyi hissettiğine inanırsın oysa yazdıkça ölüme daha da yaklaştığını anlarsın. Gerçek hayat asla şairler için ideal bir ortam değildir. Bir süre sonra mevsimler tat vermez; ağaçlar, çiçekler, denizler yalnızca hayallerde güzel gelmeye başlar. Şair, şiir yazarken öyle hayallere kalkışır ki sonunda gerçeklik onu boğan tek şey olur. Şairlerin yalnızlığı seçmesinin sebebi budur.”

      “Belki de yalnızlık seçim değildir,” diyerek ihtiyara doğru döndüm, “Bir sürüklenmedir ya da geri çekilmektir. Bir çocuk düşün, canı acıdığını bildiği halde neden parmağını sobanın üstünde tutsun?”

      “Peki ya her iki türlüsü de can acıtıyorsa? Yalnızlığı seçse de seçmese de aynı acıyı hissediyorsa?”

      Anlamışçasına başımı salladım, “Şairlik intihara yaklaştırır,” dedim. İhtiyarın pamuk beyazı saçlarına baktım, “Ağlaya ağlaya geldim Dünya’ya, güle oynaya gitmek istiyorum sadece.”

      “Bakmayın neşemin yerinde olduğuna ölü şairlerden biriyim bu gece,” dedi gülümseyerek, “Aldığım nefes seni yanıltmasın. Sevdamı bir dar ağacında astım. Bu bir şiir değil bu benim hayatım.”

      “Geçen gün kütüphanede bir kitaba denk geldim. Şairlerin ilk yüreği ölür diyordu. Mademki sevdanı bir dar ağacında astın o halde neden Makbule’nin çıkıp gelmesi için ümitlisin?”

      Yolun aşağı kısmına baktı, kamyonlar, tırlar, minibüsler, otomobiller, ardı arkası kesilmeden geliyordu. Yorgun gözleri dalıp gitti oraya doğru. Sonra arabamın üstüne vurdu avuç içiyle, “Şaire yol gerek,” dedi.

      “O halde gideyim ben?”

      “Durduğun kabahat…”

      Motoru çalıştırdım, gaza basmadan önce ihtiyara baktım, “Demek Makbule’yi göz kapaklarından öptün… İşte bu fikri sevdim.”

      “Şair öpücüğü,” dedi ellerini iki yana açarak.

      Oradan uzaklaştım. Dikiz aynasından ona baktığımda beyaz başını yine gökyüzüne doğru kaldırmıştı. Makbule’yi düşünüyordu.

      Ben de Yasemin’i düşünüyordum.

***

      İnsan çoğu zaman toplumdan kaçmak isterdi oysa asıl kaçmak istediği kendiydi. Bir terminalde herhangi bir otobüse binip ismini dahi duymadığı diyarlara doğru gitmek gelirdi içinden. Pencere kenarına oturmuş en sevdiği şarkılardan birini dinlerken son durakta onu bekleyen güzel günlerin hayalini zihninde canlandırmak isterdi. İnsan yolculuklarda kendini bulacağını düşünürdü çünkü aslında kimse olduğu yere ait değildi. Böylece hiçbir ağrı kesicinin tedavi edemediği varoluşsal sancılarıyla karşı karşıya kalırdı çoğu insan. İki dağın arasındaki uçurumdan aşağı doğru süzülüyormuş gibi bir çöküş yaşardı. Yerçekimi düşmeyi kolaylaştırırdı. Oysa her şeye rağmen uçurumun sonunda bir trambolin olacağını düşünürdü insan. Sürekli benzer sorularla karşı karşıya kalırdı. Dünya’ya ne için geldiğini bulmak isterdi. Yaşam amacıyla ve felsefesiyle karşılaşacağı günün hayallerini kurardı. Toplumun onu anlamasını ve kendini ifade etmenin hürriyetini kemik iliklerine kadar hissetmenin gururunu yaşamak isterdi. İçinde bulunduğum ruh halini ifade etmenin yolu yine kaleme sarılıp beni ölüme sürükleyen eyleme yenisi eklemekti:

      Altı üstü insanım

      -Güzel anılar biriktirmeye geldim Dünya’ya

      Karınca değilim kırk kat derdi yüklemeyin sırtıma

      Uçarı bedenim ihtiyar hayallerin esiri olmasın

      Yaşadığım çağı rahat bırakın

      Ağlaya ağlaya geldim Dünya’ya

      Güle oynaya gitmek istiyorum sadece.

      6

      Günbatımı vakti arabamı ikinci sınıf bir pansiyonun önünde durdurdum. Yol üstündeki en ucuz en mide bulandırıcı ve en pespaye pansiyonlardan biriydi burası. Bir gece burada konakladıktan sonra sabah erkenden çıkacaktım yola.

      Pansiyonun dar kapısından içeri girdiğimde burnuma keskin bir sidik kokusu geldi. Resepsiyonun arkasındaki dar kapılı heladan geliyordu bu pis koku. Personel harici girilmez tabelası vardı hela kapısının önünde. Tuvaletin kapısı o kadar kirliydi ki insan eldivenle dokunsa bile bulaşıcı hastalığa yakalanabilirdi.

      Ürkekçe etrafa göz gezdirmeye başladım.

      Resepsiyonun arka kısmında loş ışığın altında; yirmi ila yirmi dört yaşlarında, beyaz gömlekli, koyu renk papyonlu, eğik bir adam dikiliyordu. Geldiğimi fark etmemişti. Avucunun içinde sıkı sıkıya tuttuğu telefona bir şeyler yazmakla meşguldü.

      Resepsiyona doğru ilerlerken pansiyonun duvarlarını incelemeye başladım. Duvarlar o kadar kirliydi ki her santimetrekaresinde parmak izi vardı. Sanki biri garez olsun diye yağlı parmaklarını beyaz duvarlara sürmüştü. Resepsiyona doğru uzanan soluk renkli halının üzerinde birkaç tane kara sinek vızıldayarak dolanıyordu.

      Resepsiyon görevlisi ona doğru yürüdüğümü fark ettikten sonra göz ucuyla beni süzdü. Sonra da hiç var olmamışım gibi başını eğdi ve telefona bir şeyler yazmaya devam etti. İçimden bir ses ardıma bile bakmadan bu pis yeri terk etmemi söylüyordu ancak neredeyse altı saattir araba kullanıyordum ve çok yorulmuştum.

      “Ben… Şey… Tek kişilik bir oda rica edecektim,” diye seslendim resepsiyon görevlisine.

      Telefondan başını kaldırdı. Bana baktı. Sanki içinden küfrediyordu, “Elli lira,” dedi.

      Ona parayı uzattım.

      Oda anahtarlarının olduğu kısma yöneldi. Bir süre düşündükten sonra yirmi bir numaralı odayı bana layık gördü. Tahta engeli kaldırmadan önce yine telefona gömülüp mesaj yazdı, sonra merdivenlere yöneldi, “Benimle gel,” dedi.

      Eski ahşap merdivenleri titizlikle çıkıyorduk. Attığım her adımla merdivenler korku filmlerindeki gibi gıcırdıyordu. Hayatımda ilk defa bir pansiyonda kalacaktım bu yüzden sanki bir maceranın kollarında hissediyordum kendimi. Yine de içimde tuhaf bir korku vardı.

      Merdivenleri aştıktan sonra düz bir koridorda ilerlemeye başladık. Resepsiyon görevlisi, “Kimliğin yanında mı?” diye sordu.

      “Evet, yanımda.”

      Kimliğime baktı, cılız sarı ışığın altında kimliğimdeki fotoğrafla beni karşılaştırdı, “Hiç benzemiyorsun,” dedi.

      “Kim benziyor ki?”

      Kuşku dolu bakışlarını bir süreliğine bana doğrulttu, “Doğru kim benziyor ki… Her neyse. Sabahleyin