Murat Ali Ersan

MAHALLENİN EN GÜZEL KIZI


Скачать книгу

alt tarafım halay üst tarafım salsa. Bazen duvardaki aynalardan kendimi seyrederdim. O kadar alakasız görünüyordum ki uzun hava söylemeye çalışan rap sanatçısı gibiydim. Daha doğru tabirle: Tenis raketiyle futbol oyamaya çalışan basketbol oyuncusu gibiydim. Yine de dans etmenin güzel yanı dünyanın en kötü performansını da sergileseniz her şeye rağmen eğleniyor olmanızdır. Dans ederken kimse birbirini yargılamaz, dalga geçmez, küçümsemez veya aşağılamaz. Gündelik sıkıntılar unutulur, ruh nefes alır ve beden varlığın altın kadehinden serotonin hormonunu yudumlar.

      Meryem telefonu kapattığında kitaplığımın alt rafındaki haritayı çıkarıp Çorlu’ya yapacağım yolculuğun ne denli uzun olduğunu gördüm. Bin dört yüz kilometreydi ancak Bay-T’nin, o pislik herifin yüzünü bu sefer kara çıkaramayacağımı biliyordum. Belki Çorlu’dan dönerken şu intihar meselesini de hallederdim.

      Ölüm tutkum zihnimi öylesine sarmıştı ki olan biteni psikoloğum ve arkadaşım olan Arzu’ya anlatsam o bile şaşkına döner, üzerime deli gömleğini geçirir, doğruca akıl hastanesine gönderirdi. Peki ya bu saplantımdan vazgeçmenin bir yolu var mıydı? Ya da bir diğer tabirle hangi olay, olgu ya da varsayım ölüm tutkumu yok edebilirdi? Bunu bilmiyordum.

      Harita üzerine eğilip bir güzergâh belirlemeye çalıştım. Yolculuğum sırasında yol üstünde bazı yerlere de uğramayı planlıyordum.

      Muhtemelen Ereğli sapağından döndükten sonra ve Konya istikametine doğru giderken bir yerlerde soluklanıp, ikinci sınıf lokantada kokmuş tavuk etiyle karnımı doyuracak sonrasında da ucuz bir pansiyonda zıbaracaktım. Sonrasında ise Kahya’nın yanına uğrayacak ve helallik isteyecektim.

      Cüzdanım kitaplığımın hemen kenarındaki komodinin üzerinde duruyordu. Üç yüz yirmi lira para, maaş kartım, kredi kartım, kimliğim, ehliyetim ve bir de ikiye katlanmış eski bir kâğıt parçası vardı içinde. Cüzdanımın içindeki en değerli şeydi o kâğıt parçası. İçinde bir adres yazıyordu sadece. Bay-T’nin adresi değildi. Belki de bu yolculuğa çıkarak en sevdiğim insana veda edebilmenin ayrıcalığını yaşayabilirdim o kağıttaki adres sayesinde.

      Karar vermiştim, Çorlu’ya varmadan önce, Kahya’nın yanına uğrayacak sonrasında ise İstanbul’a geçecek ve Yasemin’le görüşecektim tabi benimle görüşmeyi kabul ederse.

      5

      Sabah saat dokuz sularında Çorlu’ya doğru yola çıktığımda ardımda bıraktığım her ağacı, binayı ve insanı bir daha görmeyeceğimi biliyordum. Artık bodur zeytin ağaçları arasında kırmızı toprağı çapalayan köylüleri göremeyecektim. Taş binalar ve dar sokaklar ben olmadan şarkılarını söylemek zorunda kalacaklardı. Her sabah penceremi açtığımda şehrin kasvetli insanları ve yorgun çocukları beni karşılamayacaktı cadde boyunca. Ne burada kalıp alışmayı seçmiştim ne de koşup savaşmayı. Yorgunluğumun kıskacında boşluklara sarmalanmıştım. Haklı bir davanın yorgun askeriydim.

      Adana’dan yola çıkıp batı gişelerini geçtiğimde jandarma kontrol noktasında durduruldum. Bıyığı henüz yeni yeni terlemeye başlayan bir asker kimliğimi isteyip nereye gittiğimi sordu. Kimliğimi incelerken beş kiloluk piyade tüfeğini sırtına doğru gelişigüzel bir vaziyette asmıştı. Diğer insanlar gibi o da yorgundu. Zihninde tarifi güç sorular vardı. Belki de derinlerinde özlem duyduğu bir kadın yatıyordu.

      Genç asker, “Seni bir yerden gözüm ısırıyor,” diye doğruldu. Başındaki şapkayı çıkarıp şapkanın arkasındaki zımbırtıyla oynamaya başladı, “Ulubeyli misin?”

      Aslında öyle bir yeri ilk defa duymuştum. Belli ki kendi memleketiydi veyahut bir zamanlar orada bulunmuştu.

      “Ulubeyli değilim, doğma büyüme Adanalıyım, evet, içinden, kütük de orada, kimi dedin? Yok öyle birini tanımam, tabi tabi çok sıcak olur, yazın Adana’da durulmaz.”

      Niyetim bir an önce yola koyulmaktı, lakin başımda dikilen Ulubeyli askerin meraklı kişiliği beni bir süre daha onunla konuşmaya mecbur bırakmıştı. Sorularının ardı arkası kesilmiyordu. Sürekli kendi memleketinden bahsedip, memleketine geri döndüğünde uzun zamandır görüştüğü kadınla nişan yapacağını söylüyordu. Ne halt yediğinden bana ne be adam demek gelmedi içimden. İtinayla onu dinlemek zorunda hissettim kendimi. Çünkü anlaşılmaya ihtiyacı vardı. Zihninde dolandırdığı fikirleri ve anıları serbest bırakması gerekiyordu.

      Bizim asker iki bin on dört yılında coğrafya öğretmenliği bölümünden mezun olmuş. Bir süre amcasının traktör tamir atölyesinde çıraklık yapmış. Orası iflas edince şehrin en işlek caddesinde işporta tezgâhı kurmuş. Telefon kabı, tıraş makinesi, el feneri, tırnak makası ve bunun gibi ıvır zıvır satmaya başlamış. Lakin orada da zabıtalar rahat bırakmamış. İki yıl boyunca iş aramış durmuş. Nihayetinde de son olarak orduya yazılmış.

      “Ne kadar anti militarist olursan ol, yokluk piyade tüfeği taşıttırır,” diyerek gülümsedi. Dilinin ucuna bir şey geldi, söyleyemedi. Haydi yoluna git dedi onun yerine.

      Kolaylıklar dileyip oradan uzaklaştım.

      Bir yanılgının ortasında gerçeği arayan kör bir sokak şarkıcısı gibiydim. İlerlediğim yolun gerçekliğinden şüphe ediyordum. Garip bir duyguydu, sanki sanal gerçeklik oyunlarına kendimi kaptırmıştım. Yol boyunca toplumdaki yerimi sorgulayıp durdum. Uzun zamandır böyle bir yolculuğa çıkmamıştım. Biraz heyecanlı, biraz korkuyordum.

      Hayata atıldığımdan beri sürekli çalışıp durmuştum. Başımı bile kaldırmadan, yorgunluktan bayılana kadar… Peki ya elime ne geçmişti? Para mı, araba mı, yeni ayakkabılar mı? Kazandıklarımın yanında kaybettiklerim koca bir hiçti sadece. Orta çağın köleleri bile daha özgür sayılırlardı. Bileklerimde, boynumda ve ayaklarımda görünmeyen zincirler vardı. Zincirlere öylesine alışmıştım ki bedenimin bir uzvu olarak görmeye başlamıştım sanki. Hangi hayalin peşinden koşmaya çalışsam, zincirler beni engelliyor ve ben ayaklarımın altına yağ dökülmüş gibi olduğum yerde debelenmekten öteye geçemiyordum. Çocukluğumdan beri zincirlerime sıkı sıkıya bağlı kalmak için eğitilmiştim. Zincirlerimden kurtulmak gibi bir hayalin korkunç neticelere yol açacağına inanmıştım. İnsanlar tarafından sıradanlığı lütuf olarak görmek için eğitilmiştim. Sirk maymunundan hiçbir farkım yoktu, gösteri bittiğinde benim de karnım doyardı.

      Otoyolda ilerlerken dağların yamacına serpilmiş küçük köyleri gördüm. İlkokul yıllarımda okuduğum hikâye kitaplarındaki gibiydiler. Köylerin sokaklarında bisiklet süren birkaç çocuk vardı. Ellerini bisikletin gidonundan çekmişler yanlara doğru açmışlardı. Güle oynaya tadını çıkarıyorlardı hayatın.

      Akçatekir yokuşunu çıkarken arabamın hararet göstergesi kırmızı alana doğru yaklaşmaya başladı. Yol kenarında durup motor suyunun soğuması için kaputu açtım.

      Çelik bariyerlere kıçımı dayamış motor suyunun soğumasını beklerken önüm sıra mermi gibi geçen araçları seyretmeye koyuldum. İnsanların bir yerlere yetişmek için neden acele ettiklerini anlamaya çalıştım. Bu kadar acele edecek ne vardı hayatlarında önemli olan? Dünya’yı mı kurtaracaklardı? Hepsi birer süper kahramandı da benim mi haberim yoktu? Kırmızı arabalar, siyah kamyonlar, beyaz minibüsler; egzozundan çıkan kara dumanı gökyüzüne salarak, nefes almaksızın, durmayı gözetmeksizin, ısrarla ve acı içinde ilerliyorlardı sadece. Kuşkusuz şu an yol kenarında durmuş arabamın motor suyunun soğumasını beklerken yaşamı anlamlandırmak isteseydim yazacağım dizeler şöyle olurdu:

      Yaşamak,

      A noktasından B noktasına son surat ilerlemek,

      Ve B noktasından C noktasına