çekmiyor.”
“Peki o geçen günkü yazdığın aşk şiiri? Onu kime yazmıştın?”
Elbette ki o şiiri Yasemin’e yazmıştım. İçinde aşkın geçtiği her şeyi Yasemin’e adıyordum. Arzu bu konuda ona cevap vermediğimi görünce beni daha fazla sıkıştırmak istemedi.
“Şiir yazmanın sana iyi geldiğini biliyorum,” diye sürdürdü konuşmasını. “Kendini bu şekilde ifade ediyorsun, belki de şiir yazmak senin hayat felsefeni belirleyecek. İnsan ne olursa olsun kendini ifade edecek yeni yollar bulmalı, şarkı söylemeli, resim yapmalı, dans etmeli… İnsan kendini ifade ederse zihnindeki kavgadan da kurtulabilir ama insan olmadan ifade de olmaz. Hayali bir karakter yerine gerçek bir insana şiir yazman kalbini ısıtabilir,” dedi dostça bir tebessümle.
Yasemin hayali bir karakter değildi. Sadece Yasemin’den kimseye bahsetmek istemiyordum. Aradan geçen onca yıla rağmen hâlâ fikirlerimde dolaşıyordu. Yasemin benim çocukluktan beri sevdiğim kadındı. Rüyalarım onunla renkleniyordu. O mahallemizin en güzel kızıydı… Gidişi bende kıyamet etkisi yarattı.
Annem, o sıralar yaşadığım bunalımlı evreyi atlatabilmek için bir psikiyatrdan yardım almam gerektiğine karar vermişti. Babam öldükten sonra benim adıma hep annem karar vermeye başlamıştı. Hangi üniversiteye gideceğime, hangi mesleği icra edeceğime, hangi şehirde hayatımı sürdüreceğime ve hangi düşünceye sahip olacağıma kadar her şeyde annemin etkisi olurdu.
Yaklaşık üç ay boyunca antidepresan ilaçları kullanıp pek bir faydasını görmeyince, psikiyatri doktorumu değiştirmeye karar vermiştim. Hayatıma yön veren doktoru hâlâ hatırlıyorum. Stephen King romanlarından fırlamış gibiydi. Gözaltı torbaları mosmordu, beyaz saçları elektrik akımına kapılmış gibi dimdik duruyordu, kalın mercekli gözlüğü ve tuvalet tasına benzeyen kemiksi yanakları herifin ruhsal deliliğini dışa vurmuş hali gibiydi. Tedavi olmak için gelen hastalardan daha deliydi belki de.
Utana sıkıla doktorun odasına girdiğimde, “Anlat çocuğum,” demişti bana, “Seni buralarda gördüğümüze göre canını sıkan birkaç mesele olmalı.”
Yeni psikiyatri doktoruma ne gibi sorunlarım olduğunu ve kendimi nasıl hissettiğimi en ince ayrıntısına kadar anlatmıştım. Psikiyatr tavrını hiç bozmadan ve anlattığım mesele sanki kayda değer değilmiş gibi, “Hı, öyle mi, ne yani bütün mesele bu muydu?” demişti. Evet, bütün mesele buydu aslında, babamı kaybetmiştim, Yasemin çekip gitmişti, “Daha ne olmasını bekliyordun çakma Emmett Brown?” diye tepki göstermiştim psikiyatra. Psikiyatr karşıma oturup hayatım boyunca unutamayacağım o konuşmayı yapmıştı. “Şu anki hislerin, duygularının verdiği bir tepki sadece evladım, unutma ki tepkiye karşı koymadığın sürece gelişmen de pek mümkün değildir. Bunu antidepresanlar değil, irade başarabilir. Dünya her zaman karmaşık ve karmaşık olmaya da devam edecek, bazen bu karmaşıklığın içinde canımız yanabiliyor, üzülüyoruz, bunalıyoruz. Bazen sevdiklerimizi kaybediyoruz, bazense kendimizi kaybediyoruz. Mutluluk sevdiklerinle vakit geçirmektir, ayrıca mutluluk kaybettiğin sevdiklerine veda etmeyi de bilmektir. Her şeyin bir nedeni vardır evladım. Dostoyevski’yi ele alalım. Dostoyevski berbat bir çocukluk geçirdi, sarhoş bir babanın ve hasta bir annenin gözlerinin önünde nasıl eridiğine şahit oldu. Kumar bağımlılığı yüzünden sürekli borç batağına düşerdi, çoğu zaman da sara nöbeti geçirir ve kendini kaybederdi. Eşi öldükten sonra sekreteriyle evlendi, daha sonra öz kızı öldü. Devlete karşı suç işlediği gerekçesiyle tutuklanıp idama mahkûm edildi, tam kurşuna dizileceği sırada affedilip Sibirya’nın dondurucu soğuğunda hapiste yatmak zorunda kaldı. Oysa Dostoyevski durmadı, sürekli yazdı, yazdı yazdı ve yazdı, Dostoyevski’yi Dostoyevski yapan çektiği acılardı. Belki o, diğer insanlardan daha zor durumları tecrübe etti ancak o dünyanın en iyi edebiyatçılarından biri. Şu anda başına gelen sorunlarla nasıl baş edeceğin konusunda sana bir yol göstereceğim,” deyip, önündeki reçeteye bir takım antidepresan ilaçlar yazdı. “Sana bunları yazıyorum çünkü kapının dışında bekleyen annen benden bunu yapmamı istiyor, aslında senin gibi büyümeye çalışan her çocuğun annesi benden bunu istiyor. İlaç yazarsam tedavinin başarıya ulaşacağını düşünüyorlar oysa sen de tıpkı diğer çocuklar gibi büyüyorsun sadece. Verdiğin tepkiler farklı olabilir, içinde bulunduğun durum gayet normal, sen hasta değilsin, sen sadece bir yoldan geçiyorsun,” deyip yazdığı reçeteyi elime tutuşturmuştu. Kapıdan çıkmadan önce bana son sözleri şu oldu, “Unutma evladım! O ilaçları sana, kullanasın diye yazmadım, içiyormuş gibi yap sadece. İlaçları çöpe değil tuvalete at böylece ailene de yakalanmazsın,” demişti. Onun söylediklerini harfiyen uygulamıştım. Bir süre sonra kendimi gerçekten de daha iyi hissetmeye başlamıştım. Birkaç ay sonra o psikiyatrı tekrar ziyaret ettim, yanımda annem de vardı. Psikiyatr, “Oğlunuzun artık ilaç kullanmasına gerek yok, gördüğünüz gibi kendini eskiye göre daha iyi hissediyor ancak bu sorunun tekrarlanmayacağı anlamına gelmez. Size bir psikolog önereceğim, ona gidin, benim gönderdiğimi söylerseniz ücret konusunda da bir indirim yapabilir, harika bir hanımefendidir, mesleğinde de bir hayli başarılıdır,” deyip, Arzu’nun adresini vermişti. O gün bu gündür haftada bir gün Arzu’yla konuşur, yaşadığım bunalımlı evreden kurtulmaya çalışırdım.
Uzun zamandır merak içinde olduğum konulardan biri öldükten sonra bana tam olarak ne olacağıydı. Girdaba benzeyen bir ışık demeti beni gökyüzüne doğru mu uçuracaktı yoksa zifiri karanlığa mı gömülecekti her şey. Ne yazık ki bu deneyimimi paylaşamayacağım çünkü ölüler mektup yollamaz. Oysa o anki hissettiklerime dair iyi şiirler yazabilirdim. Şiirin adı da şu olurdu: Peşimden Gelmeyin Burası Çok Sıcak. Cehennem dedikleri yer sıcak olurdu ne de olsa. Kendimi öldürdüğüm için krizantem bahçesine gidecek değildim ya! İntihar kutsal kitapların hepsinde de ağır günah olarak geçiyordu, peki ama ya tüm intiharlar aslında cinayetse? Katiller ise elini kolunu sallayarak etrafta dolaşıyorsa asıl cehennem dünya olmaz mıydı?
Umarım ölümüm gazetelerin ikinci sayfalarına çıkar böylece sıradan kimliğim bir günlüğüne de olsa kuşe kağıdına basılmış olur. Nurdağı geçitlerinde otomobil hakimiyetini kaybedip kontrolünü kaybeden genç, bilmem kaç metre yüksekten düşerek hayatını kaybetti. Haberi süslemek için yalan yanlış birkaç cümleyle beraber kimliğimdeki fotoğrafımı da eklerlerdi.
Madem kendimi öldürmeye niyetliydim neden gazetelerin birinci sayfasına çıkacak kadar büyük bir şey yaparak ölmüyorum, diye düşündüm bir ara. Mesela bir bankayı soyup paraları fakir fukaraya dağıtmak ne de güzel olurdu! İnanıyorum ki haberleri okuyanlar şöyle derdi, “Analar ne yiğitler doğurmuş, Robin Hood gibi mübarek!” Yıllardır bankalar insanları soymuştu. Biraz da bankalar soyulsaydı çok muydu?
Banka soyma fikrini düşündükçe bunun pek de iyi bir fikir olmadığı kanaatine vardım. Çünkü çok fazla risk vardı. Paraları alamadan enselenebilir ömrümü karanlık koridorlarda geçirebilirdim. Üstelik şu özdeyişi de unutmamak gerek: Silahın yoksa meyve bıçağıyla banka soymaya gitmemelisin. Banka soyma fikri zihnimde saman alevi gibi parlayıp sönmüştü. Gazetelerin birinci sayfa haberlerine çıkmaktan vazgeçmiştim. Üçüncü sayfa haberlerine çıkmak yeterince gururumu okşardı şu zamanda.
Ben mezarıma nane ekilmesini istiyorum çünkü kokusu çok severim. Elbette ki ölünce koku filan alamayacağım ama yine de istiyorum. Ben öldükten sonra bisikletim ve bilgisayarım sekiz yaşındaki yeğenime kalmalı çünkü bisikletini bana verir misin diye sorup duruyordu epeydir. Geri kalan eşyalarımı ise kim alırsa alsın, umurumda bile değil ancak otuz yaşındaki Ford’um benimle aynı kaderi paylaşacak. Çünkü intiharıma kaza süsü vermek istiyorum. Aslında bunu geride bıraktıklarımın iyiliğini düşündüğüm için yapacağım.
İntihar