yaşamı ifade eden bir şiir yazsaydım kuşkusuz bu şiir şöyle olurdu:
Yaşamak,
İnek pisliğine bulanmış kâğıt parçası gibidir,
Yaşamı anlayabilmek için pisliği temizlemeniz gerekir.
Hastanenin bodrum katındaki tek gözlü bir odada arşive kaldırılan evrakların mühür ve imza eksiği olup olmadığını inceliyordum bütün gün. Tıpkı evim gibi çalışma alanım da dört duvardan oluşan bir cehennemdi. Bu odada yalnız başıma çalışıyordum çünkü bu işi yapacak başka gönüllü çıkmamıştı. Sabahtan akşama kadar mavi klasörlerdeki sayfaları karıştırıp mührü eksik olan evrakları bir köşeye ayırıyordum. Ne hoş ki halimden memnun sayılırdım. İrrite edici onlarca insanla birlikte çalışmak yerine yalnızlığımın kollarında savrulmak bana daha cazip geliyordu.
Çalışma odama girdiğimde gördüğüm manzara her zamanki gibi iç karartıcıydı. Soluk beyaz duvar, gıcırdayan bir sandalye, masanın üzerine yığılmış yüzlerce klasör, etrafa dağılmış kağıtlar, mühürsüz raporlar, lekeli çay bardağı ve odanın içinde kol gezen derin küf kokusu… Bu oda üç yıl önce de böyleydi, üç yıl sonra da böyle olacaktı. Hiçbir şey değişmiyordu. Sandalyeye düşercesine oturdum ve öğle arasına kadar başımı dahi kaldırmadan klasörleri karıştırmaya başladım.
2
Birkaç gün sonra Arzu’nun kliniğine gittim. Bay Çokdertli’ye (yeşil psikolog kanepesi) oturmadan önce kliniğin teras kısmında sigara içen kızıl saçlı bir kadın gördüm. Uzun uzun inceledim kadını. Yaşı nereden bakılsa yirmi üç ya da yirmi dört vardı. Beline kadar uzanan dalgalı kızıl saçları ahenkle sallanıyordu rüzgârda. Elmacık kemikleri pudra pembesi bir renkle parıldıyordu. Siyah dar pantolonu vücut hatlarını mucizevi bir biçimde ortaya çıkarmıştı. Üzerine geçirdiği ince beyaz gömleği gün ışığı sayesinde sutyeninin rengini ele veriyordu. Kadının Afrodit’e benzer narin görüntüsü her ne kadar erkekliğimi okşamayı başarmış olsa da beni asıl ilgilendiren konu terastaki kadının Yasemin’e çok benzemesiydi. Oysa Yasemin yer yüzündeki bütün kadınlardan daha güzel ve daha alımlıydı. Onun eşi benzeri yoktu. Kimse şu dünyada Yasemin kadar mükemmel değildi. Kimse Yasemin kadar şirin olamazdı.
Arzu’ya dönüp terastaki kadını işaret ederek “O kim?” diye sordum
“Yabancı değil,” dedi, “Kuzenim olur, İzmir’den bu sabah geldi.”
Demek İzmir’den gelmişti. Bir zamanlar Yasemin de İzmir’deydi. Birkaç yıl evvel mahalledeki Sinan söylemişti Yasemin’in İzmir’de olduğunu. Pespaye bir meyhanenin ucuz yabancısı demişti Yasemin için. Bir hafta önce ise Sinan’ın büyük kardeşi Bekir ağzından baklayı çıkarmıştı. Yasemin’in günlük iki yüz liraya konsomatrislik yaptığını söylemişti utana sıkıla. Belki de bu yüzden mahalleli beni gördüğünde yolunu değiştiriyordu. Yasemin’e toz kondurmadığımı biliyorlardı.
Arzu cevap vermediğimi, terastaki kadını dikkatle incelediğimi görünce, “Her şey yolunda mı?” diye sordu, “Sanki bugün biraz durgun görünüyorsun.”
“Hayır ben iyiyim sadece biraz uykusuzum. Sanırım ondan.”
“Yine uyku problemleri mi yaşamaya başladın?”
“Dün gece güzel bir film izlemiştim. Sabaha karşı uyudum.”
“Anladım, “dedi cevabımı sorgularcasına. Kahve yapmak için köşedeki makineye yöneldi. Bir süre sessizce suyun kaynamasını bekledi. Titrek narin elleriyle kahveyi kaynar suya ekledi.
“Bazı insanlar izlediği filmlerden veya okuduğu kitaplardan çok etkileniyor. Bu iyi bir şey, duygularımızı harekete geçiren her kaynağa ihtiyacımız var. Yine de insan kendini filmlere fazla kaptırmamalı.”
“Beni filmler, kitaplar, şarkılar mutlu ediyor.”
“Ya dış dünya?”
“Dış dünyada ilgimi çekecek kayda değer pek bir şey yok. İki yüzlü insanların manasız fikirlerini anlamaya çalışmak yerine dört tarafı duvarlarla çevrili evimde film seyretmeyi tercih ederim.”
“Yine de bizler sosyal canlılarız. Sosyalleşmemiz gerek.”
“Yalnızlık beni daha çok mutlu ediyor. Hem inan bana böylesi daha az riskli.”
“Neden böyle düşündün?”
“Çünkü bir insanla tanıştıktan sonra o insanın tavırlarıyla kalbin kırılabilir ancak o insanla hiç tanışmazsan kalbin de kırılmaz.”
“İnsanların sana zarar vereceğini mi düşüyorsun?” diye sordu Arzu, “Yani bu yüzden mi arkadaş edinmeye korkuyorsun? Bu yüzden mi kendini bütün gün eve kapatıyorsun?”
Nedense bu soruya güleceğim tutmuştu. “Yalnızlığı tercih etmemin nedeni insanların zaten bana zarar vermiş olmaları.”
“Genelleme yapmadığını farz ediyorum.”
“Hayır genelleme yapmıyorum ama yüzde doksan dokuzluk kısmından bahsediyorum. İnsanlarla neden sosyalleşeyim ki?
Onların bana sağladığı neşeyi bir sokak kedisi de bana verebiliyor.”
Arzu endişeli bir biçimde başını salladı. “Sadece biraz daha zamana ihtiyacın var. Baban vefat ettikten sonra birtakım sorunlar yaşadığını biliyorum ve bu durum sende derin etkiler bıraktı. Ancak bunun üstesinden geleceksin. Sen güçlü birisin.”
Bir konuda Arzu yanılıyordu ben güçlü biri değildim. Ben sadece umursamamanın kıymetini anlayan biriydim. O sıra babamın intihar ettiğini ilk benim fark ettiğim doğruydu. Onun soğuk bedenini ağaçtan indirmeye çalışırken kendimi bir kâbusun ortasındaymış gibi hissetmiştim. Ancak bütün sorunların buna bağlı oluştuğunu söyleyemezdim. Binlerce faktör vardı yalnızlığı tercih etmemde.
Arzu konuyu değiştirmek için geçen gün başına gelen bir olayı anlatmaya başladı. Arzu gülümsedikçe yılbaşı balosunda şampanyasını yudumlayan fiyakalı takım elbiseli herifler gibi hissediyordum kendimi. Normalde böyle neşeli bir insan değilimdir ama Arzu karşıma geçip gülümseyince bam tellerim şahlanıyordu. Dünyanın en kibar erkeği olasım geliyordu. Arzu’ya karşı bir şey hissettiğimden değildi bu duygu hani bazı insanların gülümsemesi bile mutluluk nedenidir ya işte o yüzdendi.
Arzu başına gelen olayı anlattıktan sonra, konu yine benim duygusal sorunlarıma döndü. “Gerçek çoğu zaman gözlemlenebilir,” dedi ciddi bir sesle. “Buraya ilk geldiğin gün nasıldın, şimdi nasılsın… Oysa seni dinlemekten başka hiçbir şey yapmadım. Sen kendi kendini iyileştiriyorsun. Bunun farkına var.”
Arzu gerçekten de haklıydı. Buraya ilk geldiğimde vasat haldeydim. İnsanlarla iletişim kurmak istemiyordum. İnternetten indirdiğim dizilerin tüm bölümlerini seyretmeden evden çıkasım gelmiyordu. Şimdi geriye dönüp baktığımda nereden nereye gelmişim diyorum. Sorun şu ki gelebileceğim son nokta bu. Kendimi daha fazla iyileştiremem. Kuşkusuz şu an bulunduğum sınır yeterli değil. Arzu’ya göre psikolojik rahatsızlıkların ardındaki en büyük iki neden travmatik olaylar ve toplum tarafından anlaşılmamak. Arzu’ya göre toplumun daha fazla psikoloğa ihtiyacı yok, toplumun daha çok anlaşılmaya ihtiyacı var.
Fiziksel ve zihinsel yeterliliğe sahip her insan altı aylıkken başlarmış kendini ifade etmeye; fikirlerini, duygularını, hislerini bir başka insanla paylaşması gerekirmiş. Eğer ki kendini ifade etmeyi başaramazsa sonunda bu dünyaya ait değilmiş gibi hisseder ve yalnızlık kaderi olurmuş. Arzu, ben sadece psikoloğum diyerek bunun tanrısal bir güç