Tuncay İrade

Yol Romanı


Скачать книгу

kafayı bulduktan sonra otele dönenlerin mırıldandıkları melodileri dinledim. Çok garip, içki bazı insanları mutlu edebiliyor. Öylesine şen şakrak sesleri vardı ki… …Açık ve güneşli bir gün oldu. Kahvaltıya inerken gecede olduğu gibi otelin holünde kızların şarkı söylediğini gördüm. Ağırbaşlı, oturaklı biri de dün olduğu gibi onlara emirler veriyor. Otelin sahibi galiba, tavırları ona benziyor. Gürcüce’yi bilmesem de Sakartvelo, Xevsuretiya, İmeretiya ve Svanetiya sözleri şarkının Gürcistan’ı tasvir ettiğini hatırlatıyor. Galiba otelin patronu sabah sabah kızlara şarkı söyletmekten keyif alıyor… Tipi ağaya benziyor.

      …Bu da çimerlik11. Paralı değil – ancak Türkiye’deki gibi de değil. Her otelin kendine mahsus alanı yok. O kadar insan var ki, iğne atsan yere düşmez. Buralarda bizimkiler de oldukça fazla, sık sık göze çarpıyorlar. (Yani falanca şeyi gerçekleştirmek için buralara gelmeğe değmez.) Güneş ılık bir sıcaklık yayıyor, insanı yakmıyor ve Karadeniz’in sularında ıslanıyorum. Akdeniz’in suyu gibi acı, tuzlu değil… Reşat, Karadeniz tuzlu değil! Hüzünlü de değil…

      …Gürcü mutfağını seviyorum, ancak yemekleri tasvir etmekten çekiniyorum, eğer yazmaya kalkışırsam yazdıklarım Seymur Baycan’ın ?????????? metinlerine benzeyecek. Bu düşüncemden vazgeçtim…

      Gürcistan genelinde olduğu gibi Batum’da da anıtsal heykeller çok. Medea12 dikkatimi çekti… Medea’nın kim olduğunu biliyor musunuz? Altın Deri bulmaya gelen Argonathlar’a yardımcı olan, Yason’a yol gösteren, sonra da ihanete uğrayan ve hiddetinden kendi çocuklarını katleden kadın. Dünya edebiyatı bu KADINdan teyet geçmemiş. Ben de geçmiyorum, durup bu KADINa uzun uzun bakıyorum. Kendine layık bir heykel yapmışlar. Batum’da mitoloji ile ilgili heykeller hayli fazla. Hatta fıskiyeler bile bu heykellerle süslenmiş. Buralar ve Abhazya Eski Kolhida olarak kabul ediliyor. Gürcüler şimdi Abhazya’ya hükmedemiyor, ama burası var ya… Nedendir bilmiyorum, burada her gece havai fişek gösterisi yapılıyor. Önceleri bayram falan sandım, hatta sordum da…

      Dario FO’nun tek kişilik kadın oyunlarından biridir.

      Euripides tragedyasında Medea âşık olduğu adam uğruna ülkesini terk eder ve Yunanistan’a yerleşir. Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra kocası Corinthia prensesiyle kendisini aldatır, Medea da bu yüzden delirir. Para ve güç için kendisini terk eden eşinden intikam almaktan başka bir şey düşünmeyen Medea sonunda çocuklarını kendi elleriyle öldürür. Ama değil, hoşlarına gittiği için bunu yapıyorlar… İçleri bayram sevinciyle dolu… Gece uyuyabilsem bu da benim için bayram sevinci olacak…

      ÜÇÜNCÜ GÜN

      …Sabahleyin müthiş bir baş ağrısı ve Alik’in kızlarının sesiyle uyandım. (Söylemeği unuttum, kaldığımız otelin adı Alik ve otelin karşısında gördüğüm kocaman Hammer cipin plakasında da ALİK yazısı var. Demek ki, patronun adı Alik ve sabah sabah kızlara şarkı söyleten de o.) Çocukluğumdan beri bu baş ağrısını çekiyorum ve tahminen Pontius Pilatius13’un baş ağrısı gibi bir şey. Doğal olarak ben Pilatius olmadığım için kimseyi idam ederek baş ağrısından kurtulacak değilim… Ama içimde bazen böyle bir arzu uyanıyor… (Geldikten sonra neden Bulgakov’u hatırladım, onu düşünüyorum, neden? Meğerse 1939 yılı ağustos ayında Bulgakov’u buraya göreve yollayacaklarmış – “Batum” piyesi üzerinde çalışmak için. Bu piyes yazarın kendi vicdanıyla hesaplaşması olacakmış –Piyes, Stalin’i işliyormuş ve onu antik mitolojik kahramanlara benzetecek bir eser olmalıymış. “Halkların Babası” lakabı takılan Stalin ne düşünmüşse piyesin sahnelenmesi yasaklanmış. Ne ise – bu anlayışla bazı şeyleri hatırlamak galiba bir tür hastalık.) Galiba bu baş ağrısı ile günüm zehir olacak. Bu da, denize gidemeyeceğim, güneşte kalamayacağım, şehirde dolaşamayacağım anlamına geliyor… Ölü gibi yataktan çıkamadım. Akşama yakın kendime gelir gibi olunca ışıkları neredeyse gökleri bile aydınlatan şehirde dolaşmak istedim. …Faytonlar hâlâ halkın hizmetinde. Atlar, süslü püslü faytonlar şehre ayrı bir güzellik katıyor. Ben de bu güzellikten pek yürümek istemeyen ayaklarım için faydalanıyorum. Batum’da gecelerin de kendine has bir dünyası var.

      Mozaik bir dünya. Her dildeki konuşmaları duymak, her renkte insanı görmek mümkün… Gözlemlediğim şu oldu – yeni, genç nesil Rusçayı yadırgamış olsa da Rusça bilen Gürcülerin sayısı fazlalaşmış. Rusçanın önemini anlamaya başlamışlar galiba. Ülkede Sayın Milletvekili için taşıdığım fonksiyonlara (ansiklopedi, vitrin, sekreter, redaktör vs.) dışarıda tercümanlığın da ilave edilmesi bizim açımızdan gündemin önemli konusu.

      …Bulvar ve çimerlik bir arada. Bulvarın zeminine ahşap döşemişler. Sebebi konusunda ancak fikir yürütülebilir. Her şey yeniden özenerek yapılıyor. Bulvar ilginç kompozisyonlar ve heykelcikler yönünden son derece zengin… …Galiba başımın ağrısı tekrar başkaldırıyor… Pilatus’un ağrıları mehtapta artıyordu… Ay doğmuş olsaydı ben de denizde yakamozu seyrederdim. YOK… YAKAMOZ yok… Uzaklarda bir gemi ağır ağır yol alıyor… Sezen’in şarkısı nasıldı?

      SEN OLMAZSAN EĞER BATAR ARTIK BU GEMİ…

      …BEN HÂLÂ DOLAŞIYORUM AVARE,

      HANİ GÖRSEN

      ENİ KONU DİVANE…

      NE YAPTIYSAN OLMADI NE ÇARE…

      …Yeter artık dolaştığın…

      DÖRDÜNCÜ GÜN

      Sahilde, gökte süzülen paraşütü izliyorum… Yanlış anlaşılmasın, ama yıllardır şu paraşüt düşüncesi bende adeta bir saplantı, tutku hâline gelmiş. Hatta geçen yıl Antalya’da kesin karar vererek gerekli şeyleri takıp takıştırsam da havalanmaktan son anda vazgeçtim. Göğün yüksekliklerinde kalbimin bu heyecana dayanamayıp durabileceği düşüncesi beni bu arzumdan uzaklaştırdı. Yani benden kahraman falan olmaz. Her şeyi ölçüp biçiyorum. Hayır, prensiplerimi bazen de alt üst ettiğim oluyor, ancak bu paraşüte binme düşüncesi beni bitirecek… Şimdi gökyüzünde süzülen şu mutlu insana bakıp, ben neden böyleyim diye düşünüp duruyorum… Neden??? Neden arzularımızla olanaklarımız asla birbirine denk gelmiyor? Bakınca sana çok yakın görünüyor, elini uzatsan kapacaksın gibi… Ama elini uzattığında seni öylesine yakıp kavuruyor ki, külünü yıllarca temizleyip bitiremiyorsun… YORULDUM HER BULDUĞUMDA KAYBETMEKTEN… Kör şeytan, bu düşünce nereden gelip beynime saplandı? Deniz var, güneş var… Dalga da var… Madem göklere yükselemiyorsun, hiç olmazsa denize dal ve hayattan zevk al… Kahramanlık duygusuna kapılmamdan pişmanlık duydum, suya dalmak da gerekmiyormuş… Dalgalar beni sağa sola öylesine fırlatıp durdu ki, bir tarafa çıkacak durumda değildim, çekip çıkardılar. Bu arada çok sevdiğim gözlüğümü de sular alıp götürdü. Çok garip, o gözlüğü yıllar önce bana Gürcistan’da hediye etmişlerdi, Gürcistan’da da kaybettim. Kaybedilenler yalnızca gözlükler olsaydı keşke… Ne ise, gidenin ardınca ağlamamın anlamı yok, su falan içip sakinleşmek gerekiyor. 13-14 yaşındaki çocuklar dolaşıp su, dondurma, patlamış mısır, öteberi satıyorlar. Küçük sepetlerinin üstündeki örtüyü açıyor ve ne istiyorsan çıkarıp veriyorlar. Konu bu değil, bu küçücük sepetin üzerinde ufacık bir yazar kasaları var, ne satsalar karşılığında fiş veriyorlar. Tanrım, yani her şey düzeltilebilir, yoluna konabilir, yeter ki, sen iste… İstekler ve olanaklar burada da mı çakışmıyor yoksa..? …Kaybettiklerimi düşüne düşüne otele dönüyorum. Sayın Milletvekili her zamanki gibi televizyon karşısında. Duyduğum sesler birden dikkatimi çekiyor. Çoktan beri bu filmi seyretmemiştim… Ekranda