Tuncay İrade

Yol Romanı


Скачать книгу

nazarı dokundu acaba? Üstelik orada beni nelerin beklediğini de bilmiyorum.)

      Uçak Antalya havalimanına iniyor. Gerçekten ambulans bekliyor ve doktorlar merdivenleri hızla çıkarak uçağa giriyor. Galiba bu vatandaşımız tatile gidemeyecek, doğal olarak ailenin diğer üyeleri de…

      Uçak Kıbrıs’a doğru yeniden havalanıyor. Sağ salim varırsam eğer, orada öğretim üyeliği yapan Cavanşir Kuluyev’i arayıp bulacağım. Epey zamandır görüşemedik. Zehir gibi dilinin hatırı için onu bulacağım… İkimiz de akrebiz, birbirimizi iğneleriz.

      –Ercan Havalimanı’na inmek üzereyiz lütfen kemerlerinizi bağlayınız. Lefkoşa’da hava…

      Uçuşumuz gecikmeleriyle birlikte tahminen beş saat sürdü. Hıı, bir de uyarı –pasaportlara mühür falan vurdurmak gerekmiyor, sizlere Kuzey Kıbrıs’a gelişinizle ilgili bir belge verecekler. Malum-resmî olarak tanınmayan bir ülkeye gider de yolunuz daha sonra Avrupa’ya düşerse, sizi rahatsız emeğe başlıyorlar. Şu Avrupalılar ne sahtekârmış! Orada ne kadar İngiliz gördüğümü biliyor musunuz?

      Ercan Havalimanı çok küçük, ancak son derece bakımlı ve temiz. Gümrük ve vize işlerini bitirdikten sonra nihayet açık havaya çıkıyoruz. Birkaç saattir sigaraya hasret kalanlar tellendire tellendire içmeğe başlıyor. Bizleri otellerimize götürecek otobüsler bekliyor, gelip adlarımızı ve gideceğimiz yerleri sorarak öğreniyorlar ve arabalara bindiriyorlar. Bu arada turistleri karşılayan rehberlerden çok farklı olan, uzun boylu ve sarışın birisi toplandığımız yere doğru geliyor:

      –Akil Abbas Bey kim?

      Aha, beyefendiyi burada da tanıdılar. Rica falan olacak mı acaba? Alçakgönüllülüğü ile de çok meşhur olan Akil Abbas galiba tanınmasından dolayı hiç memnun olmadı, hem de hiç…

      –Merhaba Sayın Milletvekili, konaklayacağınız otelin sahibiyim, sizi arabamla götürmeğe geldim. Valizleriniz otobüste kalsın.

      Arabaya biniyoruz, karanlık çökmüş, Lefkoşa’dan ayrılıp Girne’ye doğru gidiyoruz. Arabanın direksiyonu sağda, kendimi son derece rahatsız hissediyorum. Karşıdan gelen arabalar şu anda bize çarpacaklar gibi geliyor bana. Kıbrıs, yıllarca İngiltere’nin yönetiminde kalmış, trafik de bundan kaynaklanıyor.

      –Kıbrıs’a gelişiniz ilk mi?

      –Evet.

      –Hava kararmış, ancak istiyorsanız biraz anlatayım. Girne yaklaşık olarak otuz kilometre kadar Lefkoşa’dan uzakta. Kıbrıs’ın gözde tatil beldelerinden birisidir. Sağımızda Beşparmak Dağları uzanıyor, solda ise Akdeniz. Şehrin nüfusu altmış bin kadar. Güzel ve tarihî bir kalesi var, umarım beğenirsiniz.

      –Kıbrıslı mısınız?

      –Yoo, hayır, ben Türkiye’den gelip buraya yerleştim.

      –Memleket neresi?

      –İstanbul’da doğup büyüdüm, ancak dedelerim Diyarbakırlıdır.

      –Kürt müsünüz?

      –“Hayır” diyemem, nesil karışmış. Bir dönem Türkiye’nin içişleri bakanı vardı Abdülkadir Aksu, o benim akrabam.

      (Abdülkadir Aksu’yu Ankara’da Tuncay’ın mezuniyet töreninde yakından görme fırsatı yakalamış, konuşmasını da dinlemiştim. Birkaç yıl bakanlık yaptı, aksanı değişmemiş, tertemiz Kürt’tür. Buralarda da “bakan” adı anıldığında büyük önem taşıyor.)

      Milletvekili Bora Bey’le siyasi tartışmaya girişiyoruz. Şu “besleme” krizinden, Kıbrıs’la Türkiye arasında oluşan gerginlikten, Ada sakinlerinin maddi durumundan, Türklerle Rumların mücadelesinden, yalnızca askerlerin girebileceği “yasak” şehirden konuşuyoruz. Vay anasını, burada da mı siyaset? İstemiyorum, savaşı da, mücadeleyi de, karmaşayı da kendime yasakladım. Yalnız ve yalnız sevgi. Afrodit, ben geldim!

      …Yol boyu ışıkları göz kamaştıran gazinolar karşımıza çıkıyor. Hangi ülkede kumar oynamak yasaklanmışsa o ülkelerin kanun sever vatandaşları paralarını burada harcamaya geliyor. Nice nice insanların bu gazinolarda ocakları sönüyor… Dur! Bundan sana ne kız! Yasak, yasak, yasak! Ancak olumlu duygulara kapılacaksın, baksana deniz göründü, Ay ışığında gümüş gibi parlıyor. Yakamoz-Ay ışığının denizden yansımasına deniyor.

      …İşte, bu da otelimiz, Akapulka. Ne de kocaman bir alana sahip! Bora Bey bizi önce danışmaya götürüyor, odalarımızı alıyoruz. Holde oturan insanlara göz gezdiriyorum-karşımda mozaik bir manzara var, sarışın Avrupalılar, siyahi…

      Otel sahibi;

      –İran’dan çok turist geliyor.

      Evet be, orada da bayram tatili var ya. Galiba ilk izlenimlerim beni az da olsa şaşırtıyor; yorgunluktan olsa gerek. Bana garip görünüyorlar. Akşam yemeği için geç olsa da açlıktan kıvranıyorum, zaten uçakta salatadan başka bir şey vermemişlerdi. Yemekhanede biraz atıştırdıktan sonra odamıza götürüyorlar. Otelin yerleştiği alan büyük dedim ya, üstü açık otobüs konukları kalacakları yerlere taşıyor; semtler arasında çalışan bir araç sanki.

      Yorgunum, çook yorgunum. Sabah göz kapaklarını açar açmaz çarıklarımı ayaklarıma geçireceğim ve dalacağım Ada’nın caddelerine …

***

      …Denizden doğan güneşin ışıkları otelin duvarlarında yansıyor. Gözlerimi açıp yatakta sağa sola dönüyorum. Kendimi öyle ağır hissediyorum ki, kalkmaya heves bile duymuyorum. Hayır, galiba bu yorgunluktan değil, üşüyor gibiyim. Giyiniyorum, çarıklarımın, yani yazlık ayakkabılarımın iplerini bağlıyorum, aynanın karşısında en son pozlar…

      Kendi kendime;

      “Hüsnüne hiçbir söz olamaz

      Gözlerin müthiş güzeldir” –diyor ve Sayın Milletvekilini uyandırmaya çalışıyorum. Kahvaltıya inmeliyiz, yemekhane de biraz uzakta. Otel büyük bir alan üzerine kurulu dedim ya.

      BİZİMKİLER

      Öylesine tertipli ve güzel bir mekân ki… Üzerine bin bir türlü nimet dizilen açık büfeden insanın iştahını kabartan kokular yayılıyor. Bizdekiler gibi mutfağın kokusu yemekhaneye yayılmıyor. Yiyecek şeyler çok dedim, ancak canım hiçbir şey çekmiyor. Üşüyorum, galiba hastalanıyorum. Bir fincan çay, bir tane poğaça alıp izlenimlerime başlıyorum.

      …Komşu masalarda yarı Farsça, yarı Azerbaycan Türkçesiyle konuşan genç aileler çoğunluğu oluşturuyor. Kucağı çocuklu erkekler ve gururla, yukarıdan bakınan kadınlar… Çoğu başörtüsüz. Tasvirimi biraz daha kesinleştirmek istiyorum, giyim kuşamları ile dikkat çekiyorlar. Biraz da medeni şekilde izah etmeye çalışıyorum. (Bir müddet sonra saçlarına taktıkları kocaman kanatlı tokalardan, aşırı makyajdan nereli olduklarını hemen anlıyorum. Bize benziyorlar.)

      Görünen o ki, o tarafta da bu tutum kabul görmüş. Evin de, çocukların da bütün yükü erkeklerin omuzlarına havale edilmiş. Kadınların işi de süslenip püslenip gezmek olmuş. Asla tanımadıkları insanlara (erkeklere) son derece serbest ve cüretkâr bakışlarla bakıyorlar. Bu bakışlar da bir erkeğin hem fiziki, hem de ekonomik gücünü kesin olarak belirleyebiliyor. Çok garip, dünyanın birçok ülkesinde İran vatandaşları ile karşılaştım, ancak böylelerini asla görmedim. Bu da benim için yeni bir buluş gibi oldu.

      Hele akşam danslarını görünce ipin koparılmasının hiç de iyi bir şey olmadığını düşündüm. Bu hiç de iyi bir şey değilmiş… İnsanların belirli hürriyetleri olmalıdır, o kadar…

      –Bunların erkeklerine dikkat ediyor musun, çocuklar, hatta