Tuncay İrade

Yol Romanı


Скачать книгу

döndüğümüzü anlıyorum. Buraları tanımaya başladım.

      Sahildeki yemekhane… Hmmm… Hoşlanmıyorum. Yemek listesine bakınca hayrete düşüyorum. Fiyatlar Türkiye’dekilere kıyasla iki, üç kat daha pahalı. Kıbrıs genelde pahalı.

      Ne fiyatlara, ne de şu fukara yemekhaneye bakma. Denize bak! Deniz muhteşem, beyaz köpüklerle sahile vuruyor. Tanrıça burada!

      …Muzaffer gayrimemnun arkadaşıyla kendi mekânına geri dönüyor. Yerini bulup bulamayacağı konusu ise belirsiz.

      HÜRREM SULTAN’IN YÜZÜĞÜ

      Biz de Girne’de biraz dolaşmaya karar verdik. Sahilden yukarı doğru gidiyoruz. Burası sokak ticaretinin en yoğun yaşandığı yer, ancak görünüşü son derece yoksul. Eski görünüme sahip iki, üç katlı binalar Yunan mimarisinin güzelliğini yansıtıyor. Şimdi bir tane bile Rum bulamazsınız, ancak taşlar onları anımsatıyor. Hediyelik eşya satanlara yaklaşıp göz gezdiriyorum:

      –Sizlerde Afrodit heykelciği bulunur mu?

      Bir şey anlamamış gibi yüzüme bakıyorlar. İşe bak be, Hanım’ın vatanında onu tanımıyorlar, ama başka şeyler de gördüm. Kuyumcuların vitrinlerinde büyük harflerle yazılan levhalar dikkatimi çekiyor. Hemen hemen her adımda onları görebilirsiniz. Tebessüm ediyorum. Birinin karşısında duruyorum.

      –Ne oldu, orada ne var?

      –Bak bakalım ne yazmışlar?

      –Ne, nerede, bunu mu diyorsun?

      “Hürrem Sultan’ın yüzüğü geldi”.

      –Görüyor musun, giyim kuşamını güzelleştirmişler. Kendini haremin bir üyesi olarak hissetmek isteyen kadınları baştan çıkarmak için güzel bir reklam.

      –Sana da alayım mı?

      –Hayır canım, benim o tür hayallerim yok. O yüzük ne seni Süleyman, ne de beni Hürrem yapar. Bu tarafa gel…

***

      Otelin holünde kavga olmuş. Bu da ne? Otello’nun gölgesi mi buralarda geziniyor ne? Destemona’nın başörtüsü birilerinde mi bulundu? Mavr2 Yapacağını yapmış mı?

      Şu davetkâr bakışların bir sonucu olmalıydı elbette…

      –Yahu, geri döner dönmez herkese buranın ne menem pis bir yer olduğunu yayacağız. Şunlara bak.

      Öbür bizimkiler de Farsça bir şeyler konuşuyorlar. Galiba Rio Karnavalı kavgayla sonuçlanıyor. Yahu beni ne ilgilendirir? İlgilendiriyor elbette… Hepsi genç, ancak yanlarındaki kızların gözü yaşlı erkeklerdedir, çünkü para onlarda.

      …Ressam Terlan Gorçu’ya mesaj atarak Cavanşir’in Kıbrıs’ta kullandığı telefon numarasını soruyorum. Biraz sonra cevap geliyor. Yarın ilk işim bestekârı aramak olacak, ancak sabahı nasıl edeceğim bilmiyorum. Ateşim çıkmış, öksürük ise bütün kaslarımı sızlatıyor, üstelik tansiyonum da yükselmiş. Sayın Milletvekili, bu gece de size uyumak haram!

      CAVAN ŞİR

      …Yine Yakın Doğu Üniversitesi kampındayız, ancak bu seferkinin nedeni farklı. Bestekârı ziyaret edeceğiz. Galiba biraz tumturaklı oldu. Sade bir dille anlatayım. Bestekâra, tam yirmi yıldan fazladır “sen” diye hitap ediyorum.

      Hâlâ beni görmüyor, arabanın penceresinden kafasını uzatıp bakan kadına dönüp bakmıyor. Her zamanki neşeli tavrıyla aceleyle arabaya yaklaşıyor. O beni görmese de ben onu görüyorum. Biraz kilo almış, saçları da beyazlaşmış, ancak yürüyüşü değişmemiş, aynı çeviklikle yaklaşıyor. Gözleri gülüyor… Gülmesine gülüyor, ancak gözlerinden yağan yalnızlık aynen yerli yerinde. Her bir şahsın sanatı kendi ruh hâlinin ifadesidir. Besteleri de gözlerine benziyor – Gam penceresi.

      Arabanın yanında öpüşüp görüşmeler bittikten sonra pencereye doğru çekine çekine şöyle bir bakıyor. Laf olsun diye… Ve sonra gözleri kocaman kocaman açılmış hâlde kapıyı açıyor:

      –İradeee!

      –Eveeet!

      –Sizinle burada görüşeceğimi asla ummazdım, ne iyi oldu.

      –Ancak biz seni bulacağımızı önceden kararlaştırmıştık.

      –Ne iyi oldu…

      Şehrin merkezine doğru giderken arabada oradan buradan, yaşamdan, gurbetten, siyasetten konuşuyoruz. Bir taraftan dinliyor, diğer taraftan düşünüyorum, neden böyle oldu, niçin? Altmış yaşını geçen, müzik dünyamızda kendine has yeri olan ve sevilen büyük bir bestekâra vatanımızın (Vatanımız bu adadan kat kat büyük) bir köşesinde rahatça yaşayacağı bir yer bulunabilirdi elbette. Başka hiçbir eseri olmasa bile, “Asker Marşı”nın bestecisi olması yeterdi.

      –Şimdi size şehri gezdireceğim. Küçük bir yer.

      Arabadan iniyoruz. İki, üç gün önce gezip dolaştığımız Lefkoşa’ya başka yönden bakıyoruz.

      –Burada şaşaalı, tantanalı yapılar bulamazsınız.

      –Nasıl yok, gazinolar ışık seli yayıyor.

      –Gazinoları geç. Geçen Kurban Bayramı’nda Ramiz Melikaslanov bayramı geçirmek için İstanbul’dan kalkıp buraya geldi. Gazinoya götürdüm, biraz eğlendi. Biliyor musunuz, bu insanların içinde yaşayınca, bağımsız ülke olmanın üstünlüğünün ne olduğunu anladım. Kendi pasaportun ve üzerinde kendi mührün. Herkes burada bağımlı ve yeterince tanınmamış bir coğrafya olmasının kompleksini yaşıyor. Bize gıpta ile bakıyorlar.

      –Cavanşir, burada antik çağa ait tarihî eserler yok mu?

      –Şimdi göstereceğim. Karşıda bir sütun var ve Romalılardan kalma olduğunu söylüyorlar. Bir de, dört yüz yıl burada hüküm süren Osmanlı Devleti’nden kalanlara antik abide denir mi?

      –Neden İstanbul’da veya Türkiye topraklarında da yok?

      –Oralara takılıp kalma, burada yönetim çok sık değişiyor.

      Cavanşir’in Şeki ağzına biraz da Kıbrıs şivesi karışmış. Bir tür sentez. Onun söylediklerini dinleye dinleye, Cavanşir’in gençlik dönemlerinde sık sık televizyon programlarında boy gösterip güzel, akıcı ve mantıklı sohbetleri ile bestecilerin de Azerbaycan Türkçesiyle konuşabileceğini, düşüncelerini karşıdakine aktarabileceğini bize inandırmıştı. Hafif müzikte sazın da kullanılabileceğini kabul ettirmişti. Cavanşir her anlamda sentezi seven birisi…

      –Bakın, şu aradan geçelim ve Rum Tarafı ile olan sınır bölgesini göreceksiniz.

      –Sınır açık mı?

      –Hıı, buradan oraya gidiyorlar, onlar buraya geliyor, ancak Kıbrıs vatandaşı olmalısın.

      Akil Abbas:

      –Diplomatik pasaportumla geçemem mi? diye sordu.

      –Olur, ancak böyle olur. Ercan havalimanından İstanbul’a, oradan Atina’ya uçacaksın ve Atina’dan da Kıbrıs Rum Kesimi’ne dönebilirsin, böyle olur ancak.

      …Sınır (Sınır deyince de küçücük bir kapı, gümrük memurları mı yoksa askerler mi bilemiyorum oturmuş pasaportları inceliyorlar, o kadar.) hayli kalabalık. Galiba iki tarafa da fayda sağlayan bir ticari ilişki var, çünkü herkes alışverişle meşgul. Buradan ne alıyorlar, anlamıyorum…

      –Siyaseti bir kenara bırakalım, ancak insanların kendi problemleri var. Herkes iyi bir yaşam istiyor. Politikacılar bıraksa her şey başka türlü olurdu diyorlar. Ta baştan beri. Hayat…

      …Hayat…