Roza Tufitullova

Gülsüm


Скачать книгу

sıra öksürüyordu. Ümmü Gülsüm’ün tarafına yanlışlıkla bile göz atmadı. Ondan sonra onu alıp kim bilir nereye götürdüler. Tukay ile en son görüşmesi kız için böyle beklenmedik ve hüzünlü bitiyordu.

      Ümmü Gülsüm, birkaç gün sonra Musa Bigiyev’den, Tukay’ın Petersburg’dan ayrılmak için hazırlandığını duydu. Musa Bey, Tukay’ın yanına gidip görüşmüş. Şairi uğurlama meclisine de katılmış. Ama nedense, onu uğurlamak için tren garına gelmemişti. Kız arkadaşları ne kadar çağırsalar da Ümmü Gülsüm de tren garına gitmemişti. Daha sonra Nevskiy caddesinde karşılaşıp, Tukay’ı Petersburg’dan Moskova’ya kadar uğurlayan gazeteci Kebir Bekir ona:

      – Tukay, kendisini uğurlayanlar arasında seni görmeyince çocuk gibi huysuzlandı. “Çok gururlu bir kız oldu sizin “Cokonda’nız” dedi.

      – Başka bir şey söylemedi mi?

      – Onun günleri sayılı. Dua et… Bunu doktor da söyledi.

      – Nasıl? Dua mı?…Söyle ne olur? Allah aşkına söyle. Onu nasıl bulabilirim?

      – Sen geç kaldın “Cokonda”. Biz, hepimiz geç kaldık…

      Bu sözleri ile Kebir Bekir, kızı caddenin ortasında, yüzlerce kişi arasında yapayalnız bırakıp gitti. Bu haberden sonra enstitüye gidip nasıl oturulabilir? Ümmü Gülsüm, çok yakınındaki postane binasını görüp oraya girecek oldu. Çabucak durumu anlatıp, Fatih Emirhan’a mektup göndermeliydi. Ne de olsa o düşünüp bir şeyler yapardı. Dur, neden Fatih Emirhan’a? Dünyada hâlâ saf bir çiy damlası gibi Zeytune var ya. Sarsın sıcacık sevdası ile şairin yüreğini. Bütün her şeyi biliyor. Şairin ruhundaki tüm öfke ve kırgınlıkları yok etsin! Sadece Tukay sağ olsun! Beyaz kâğıda “Zeytune, nazlı ceylanım” yazınca Ümmü Gülsüm gözyaşlarını tutamadı. Yok, o bu mektubu yazamadı. En yakın sırdaşı, ablası Şemsi Nisa’yı araya soktu. Ondan Zeytune’yi çabucak hazırlayıp yol ve yaşam masrafları için para verip Tukay’ın yanına Troitski’ye göndermesini istedi. Şemsi Nisa’nın cevabı çok bekletmedi. Ablası, Ümmü Gülsüm’e Zeytune’yi Çistay’da da Kazan’da da bulamadıklarını haber veriyordu. Kaderin sinsi bir oyunu mu bu? Senato Meydanında Tukay’ı son görüşü müydü Ümmü Gülsüm’ün? Hayır hayır, öyle olamaz…

      Sanki aşkın, bir kilise, ben de onun çanıyım.

      Ben sesimi yükselterek ah vah edip yanayım

      Bizim aramız ayrılık perdesi ile kaplanmış;

      Ey Allah’ım! Kaldır üzerimizden bu karanlık perdeni.

      Şair böyle kederlenip yazmış. Ümmü Gülsüm, onları öyle tükene tükene tekrarlıyor ve Tukay için yalvarıyordu. “Sevda bekçisi” bu kez, kaderin yumuşak rüzgârı olup, Ümmü Gülsüm’ün güzel kestane rengi saçlarını sevgiyle okşamak istiyordu.

***

      …Günlerden bir gün bu karanlık perde gerçekten de yükselir. Şair sonsuzluk seferine çıkmadan önce uzun seferlerden sabırsızlanıp hasret çekip dönen beyaz melek peyda olur. Ve…

      Ama şimdi önümüzde son beyana götüren sınavlarla dolu uzun bir yol ve elini uzatsan tutacak kadar yakın hüzünlü bir yıl bekler.

Hemşire

      Ey Allah’ım! Yeryüzünden al lütfen bu altını, al,

      Bu yakıcı kutsal toprak, al bu alevleri al!

      Gülsüm, gerçekten de Tukay’ın tahmin ettiği gibi “kara gecenin beyaz meleği”dir belki de. İşte o “sevda bekçisi”nin kendi dilinde düşünüyor. Saf, samimi, sevgi ve merhamet sahibi olmak, meleklerin dili, meleklerin sıfatı, meleklerin eylemleridir. Şairane sevgi ve aşklar, çoğu zaman gökteki melekleri yere, yerdeki melekleri göğe ulaştırır. Yine de güz mevsiminin, karlı buzlu yağmuru onların yoluna da engel olabilir. Rüzgârı da boydan boya eser, boydan boya keser. Canlısı, cansızı hepsi donar. Öyle zamanlarda Gülsüm’ün aklını farkında olmadan Tukay kuşatır. “Belki o da üşüyordur. Yine öksürüğü içini, bağrını yakıyordur. Hemşire ise hiçbir şey yapamıyor. Hemşire kader karşısında güçsüz…”

      Güçsüz mü? Düşünürsen şaşılacak şey: “Kara gecelerin beyaz meleği” yaralı kara geceleri, yaralı tenleri, yaralı yürekleri tedavi etmek için savaşa gidiyor.

      Ümmü Gülsüm’ün beklenmedik bu ani karara varması kaderin bir sınavı, bir macerası mı? Yoksa onu daima heyecanlandıran yenileşme, kahramanlık ve kendini daima ispatlamak, millî bağımsızlık duygusu mu barındırıyor? Belki, belki… Yoksa Petersburg’da kadınların yüksek pedagoji okullarına girmek için ne kadar büyük zorluklarla mücadele ettiklerine rastlamadı mı? Gece gündüz demeden Rus, Fransız ve Alman dillerini öğrendi. Klasikleri susamışçasına okudu. Çabucak ezberleyip, Tukay şiirlerini gönlünün en değerli köşesinde biriktirdi. İlham aldı, rüya kanatlarında uçtu.

      Ümmü Gülsüm, önce Çistay’ın Rus Kız Lisesinde okudu ve ardından Kazan’daki ünlü Aleksandra Kotova Lisesinin dışarıdan imtihanlarına girdi.9 Büyük ve tanınmış Kamalov ailesinde liseyi bitiren ilk kız o idi. Ailede küçük kız kardeşleri için kendi okulunu kurup kendi derslerini veren ağabeyi İbrahim de küçük kız kardeşinin bu kadar zeki ve yetenekli oluşuna hayret ediyor ve içtenlikle seviniyordu. İşte şimdi gayritabii bir hevesle fizik ve matematik bölümünün üçüncü sınıfında okuyan Ümmü Gülsüm, okulundan gözünün görmediği tehlikelerle dolu bir memlekete gitmek niyetindeydi.

      Seyahati şöyle başladı. Birkaç gün önce onu, Petersburg Müslümanlarının şehir idaresinde düzenlenecek toplantısına çağırdılar. O, buraya geldiğinde kürsüde Nur Gazetesi yazarı Kebir Bekir, Balkan savaşında yenilgiye uğrayan Türk Müslümanlarına yardım etmek için gençlik grubu oluşturma zarureti hakkında hararetli hararetli konuşuyordu.

      Elbette Ümmü Gülsüm, Balkan Savaşlarından haberdardı. Balkan savaşının başlamasıyla: “Hıristiyanlara Yardım için” diye burada “halk milisleri” toplanmaya başlamıştı. Gerçekte ise bu, Rus askerlerini Türkiye’ye sokmanın bir yoluydu. Balkan yarımadası her zaman böyle Osmanlı Türkiye ile Rus emperyalizmi arasında savaş ve çekişmeye neden olmuştur. Bununla ilgili tüm gazeteler kendi taraflarından bakarak tehlike çanlarını çaldılar. İşte “Yalt Yult”un 13 Ekim sayısındaki karikatürün altında “Balkan’da” diye isimlendirilmiş ve şu sözler yazılmıştı:

      Korkmuyorum, hatta sallanmıyor bile fes püskülü;

      Al, gerekiyorsa, dördüne dört yumruğum!

      Kız o satırları okuyunca: “Tukay!” demişti. Nedense aklına yeniden Tukay gelecek oldu, hatta sitemli sözlerine kadar yankılanır gibi oldu.

      Kebir Bekir’in son cümlesi ise onu yere serdi:

      – Hemşireleri de bu kutsal davaya çekebilsek, Türk kardeşlerimizi çok sevindirirdik, deyip etkilenip salona göz attı ve bakışları Ümmü Gülsüm’de durakladı.

      Sonra birbiri ardına III. Devlet Duma’sının Müslüman Grubu milletvekilleri konuşmalar yaptılar. Onlar da bu kutsal iş ve eylemleri, canı gönülden desteklediklerini bildirdiler. Konuşmalar tamamlanınca Türk kardeşler için yardım toplandı.

      Kebir Bekir’in “‘Kızıl Haç cemiyetinin yaralı askerlere yardıma gelmeleri gerekli” sözlerini daima tekrarlamasında kendine has bir hususiyet vardı. İstanbul adındaki rüya şehri görmek, oradaki aydınlar ile görüşüp tanışmak onun en mukaddes dileğiydi ve onu hayata geçirmek için fırsat da çıktı. Tatarların cesur gençlerini, özellikle de soylu, yardımsever, Avrupaî tarzda