Roza Tufitullova

Gülsüm


Скачать книгу

boğdu. Bazıları hayranlıktan “ah” etti, bazılarının kalbi “patlayacak” gibi acıdı. Ümmü Gülsüm, yerine tekrar döndüğünde, ikinci sırada oturan eniştesi Musa Bigiyev’i görünce başından aşağı kaynar sular döküldü. Ne söyleyecekti ona Musa Bey? Karşı partinin vekili Kebir Bekir’e takılıp savaşa gitmeme müsaade eder mi? Musa Bey her zamanki gibi büyüklüğünü gösterdi. İlim, edep ve entelektüellik kazandı.

      – Yolun açık olsun, Gülsüm10, diyerek kızın ellerini sıktı.

      Ama Esma ablasının Petersburg’da olduğu dönemde olsa, Ümmü Gülsüm’ün hayatında böyle bir değişiklik olabilir miydi? Yok, göndermezdi ablası onu böyle korkunç ve tehlikeli bir yola!

      Esma Hanım çocukları ile Çistay’da annesi Bibifatma’nın yanındaydı. Musa Bey ailesine bakmak için iş bulduktan sonra o, buraya uçup gelecekti. Eniştesine üniversitenin Doğu Dilleri Fakültesinde bir görev vaat ediyorlar etmesine ancak ne zaman olur o? Musa Bey’in hizmetlerini kabul etmeyenler oraya da ulaşmaz mı? Gülsüm, Sak ile Sok11 gibi hasretle ayrı ayrı yaşamaya mecbur kalan ablası ile eniştesine çok üzülüyordu. Musa Bey’in ağarmaya başlayan saçlarına gözü takılınca, yüreği sıkıştı. O topu topu sadece 34 yaşındaydı. Birbirlerini ne kadar seviyordu onlar! Ayrı yaşamaları ne kadar ağır gelir.

      Çocukları ile Çistay’a dönmeden önce Esma ablası ile Gülsüm arasında ağır bir konuşma olmuştu. Sebebi, Tukay idi. Şair, Petersburg’dan Kazan’a döner dönmez Yalt Yult Dergisinde (1912 yılının eylül sayısı) “Makale-i Mahsusa” ismi ile seyahatnamesini yayınlatıyor. Petersburg hayatını anlatırken Bigiyev ailesini de atlamıyor. Elbette ki Tukay, kendine has dikenli kalemini de göstermiştir. Bu duruma çok üzülen Esma ablası, Gülsüm’ü fazlasıyla eleştirmiş:

      – İyiliğe kötülük ile cevap veren bu adam için hala mı yanacaksın? Sen yoksa kendinin Şeyh Muhammed Zakir’in kızı olduğunu da mı unuttun, demişti, o öfkesini dizginleyince.

      Gülsüm dört yaşında bir bebekken yetim kaldığı için babasını tam olarak hatırlamasa da , Gülsüm kimin evladı olduğunu tüm hücreleriyle hissederdi. Ne kadar hissediyordu acaba! Sahip olduğu enerjisi, çoğu insanı hayran bırakacak kararlılık ve cesareti babasından gelmiyorsa nereden gelecekti ona? Muhammed Zakir’in kızı olmasaydı, bugün burada oturabilir miydi? Savaş, oyun değil. Genç olsa da Gülsüm ayrılık acısını bilir. Gülsüm’ün savaşa gideceğini duysa, Tukay ne derdir? Onun ateşler içine gitmesini “ufak tefek bir iş” diye mi düşünürdü?

      Salonda yine alkış sesleri yankılandı. Gülsüm düşüncelere dalıp oturduğu sırada kürsüye yine üç kız çıktı. Gülsüm bu kızların üçünü de iyi tanıyordu. Geleceğin doktoru Rukiye Yunısova, Petersburg mollası Muhammed Zarif Yunısov’un kızıydı. Taşkent kızı Meryem Yakupova da onun gibi yüksek tıp kursları alıyordu. Postav şehrinden gelen Meryem Pataşova da doktor olacaktı. O, Nöropsikiyatri Enstitüsünde okuyordu. Gülsüm elinde olmadan: “Onlara da bana da kolay olmayacak” diye düşündü.

      Sabahtan yola koyulmak için sözleştiler. Tarih, 7 Kasım 1912 idi.

      Şehrin Müslümanları, sabahleyin bayram namazını kıldıktan sonra tren garında toplandılar. O gün Kurban Bayramının birinci günüydü. Sarıklı adamların çokluğundan dolayı diğer yolcular birbirlerine garipseyerek baksalar da şüphelenen olmadı. Uğurlamaya gelenler arasında Musa Bigiyev de vardı12. Uğurlayanlar adına o da, bu yardımsever ve oldukça zorlu bir sefere çıkmaya cesaret eden yolculara minnettarlıklarını bildirip, her birinin onlara hayır dualarda bulunduğunu iletti.

      Gülsüm, eniştesinden savaşa gideceğini akrabalarına söylememesini rica etti. Musa Bey, “Öyle daha doğru olur” der gibi, yalnızca başını salladı ve razı olduğunu bildirdi.

      … Düşünceler, epeydir yolda. Onlar bir uçarlar, bir koşarlar, bir dururlar, geçmişe geri dönmek için çırpınırlar. Akıl dedikleri ise onları gözünün önünden bile ayırmadan koruyordu sanki.

      8 Kasım günü onlar Odessa şehrindeydiler. Burada Türkiye’ye yardıma gelen gençleri Orenburg’un Vakıt Gazetesi yayıncısı, editörü, yazarı, âlim Fatih Kerimî karşıladı. Yaklaşık kırk gencin önünde duran bu adamın etkileyici bir yüzü vardı. Sesi, konuşma tarzı yüreğe hoş geliyordu. O, kızları Fransızca selamladı ve onlara birbiri ardına sorular yağdırmaya başladı. Amacı, onların bu dile ne kadar hâkim olduğunu anlamaktı sanırım. Kerimî’nin Gülsüm ile sohbeti çok uzadı. Kızın Fransızcasına laf edilecek gibi değildi.

      Seslerinin kendine özgü yankısı, melodik söylenişinden dolayı özellikle severek öğrenmiş bu dili Gülsüm. Fransızcayı onlara bütün Petersburg’da tanınmış Lyarond Hoca öğretmişti. Almanya’dan gelip Alman dilini okutan Profesör Kleynber de tanınmışlardandı.

      – Siz Kazan kızı mısınız, matmazel, diye sordu Fatih Bey. O, memnuniyetle gülümseyip Tatarca’ya geçmişti.

      – Çistay’danım ben, Mişer kızıyım.

      – Durun hele, Çiştay’ın ünlü şeyhi Muhammed Zakir Kamalov hazretlerinin kızı mısınız yoksa?

      – Ta kendisi!

      – Hangisi?

      – En küçüğü, Gülsüm’üm ben.

      – Maşallah! İşte görüştük! Ben Çistay’a gelmeyeli çok uzun yıllar oldu…

      – Siz “Komedi Çistay’da” eserinin yazarısınız. Sizi Çistay’da iyi tanıyorlar.

      Kerimî, rahatlayıp güldü: “Epey tanınacak olay oldu ama onların çoğu henüz yazılmadı” diyerek Ümmü Gülsüm’ün gözünü boyamaya çalıştı ve “gülümsemesi ne kadar gizemli ve kederli” deyip, kendisine hayran olarak onu gönül defterine yazdı.

      Kızlar gönüllerince gemiye yerleştikleri sırada Fatih Kerimî, Çistay’ı, Gülsümlerin ailesini tek tek aklından geçiriyordu. Muhammed Zakir Gabdilvahab oğlu, Rusya çapında meşhur şeyh, önemli eğitimci ve II. Lonca tüccarıdır. 1882 yılında Çistay’da kendi parası ile medrese yaptırmıştı. İki cami onarıp ömür boyu imamlık yaptı. Rızaeddin Fahreddin, Ayaz İshakî… ve Fatih Kerimî’nin kendisi de orada okumuştu. Ailedeki sekiz kız ve anne babanın gururu olan İbrahim, bugünkü gibi hatırındaydı.

      Mükemmel derecede terbiye ve ilim alarak yetişmeleri harikulade. Arap, Fars, Türk, Tatar ve Batı klasiklerinin toplandığı zengin kütüphaneleri de dünyalara bedeldi! Halk doğrusunu söylüyor: “Yuvasında ne görürse, uçtuğunda o olur”. İbrahim de ilk eğitimini babasının medresesinde aldı. Ondan sonra Kahire’de Şark dünyasının en tanınmış El Ezher Üniversitesinde okudu. Musa Bigiyev ile dostlukları da o yıllardan geliyordu. İşte şimdi İbrahim’in sevgili kardeşi Esma ile büyük Tatar aydını Musa Bigiyev’in evlenmeleri talih değil de nedir?

      İbrahim için kız kardeşleri, gözü gibi kıymetliydir. Onlar, her zaman sevgili ağabeylerinin kanatları altındadır. Şemsi Nisa, Hetime, Gülsüm ve yine eğitim alanında tanınmış isimleri olacak Çistay’ın başka birkaç kızını da İbrahim kendisi okutuyordu.

      “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur” derler ya. Bu kavuşma, yazarın gönlünü ansızın kanatlandırıp Çistay’ı kuşatıp, gençliğinde seyahat ettirip döndürdü. Bak hele sen, deniz gibi farklı yönlere serilmiş Çulman da, onun kıyılarını ara sıra okşayan dalgaları da, martıların durmadan uçup oynamaları da canlandı diyorsun. Eskiden Cistav’ın üstünde, göz alıcı yıldızlı gökyüzünde