eskiden gözlemlediğine göre, bu adam, Kunanbay’ın değer verdiği kişilerden biriydi. Abay’a kızıp kırılarak giderse önce babasına söylerdi.
Bunu hatırlayan Abay, tekrar yola koyulduklarında kendisini toparlayıp alaycılıktan alıkoyarak:
– Yol uzun. Uykumuzu kaçırsın diye oyun ettim, ayıplamayınız Cumeke, dedi. Artık olabildiğince kibardı. Süzülüverdi…
Cumabay küçük çocuğun mahcup görünüşüne memnuniyetle baktı, ses çıkarmadı. Baytas ise yaşıtıymış gibi sataştı Abay’a:
– Harikasın! “Ayıplamayınız” ha! Senin bu yaptığın, benim “göçerken yük atarım sarı deveme, hangi yüzle söylerim ablam Oyke’ye” diyen şiirim gibi oldu yahu, dedi.
Abay tam anlamadı:
– Nasıl dedin, Baytas ağa? “Oyke abla” derken kimi kastediyorsun?
– E, Oyke ablanı bilmiyor muydun? Bu nasıl olur?
– Pekâlâ…
– Pekâlâ, “Oyke abla” dediğim kişi, benim şimdiki eşim. Bıldır alacakmış gibi yiğitlik edip, ülkeyi gezip, kızlarla gelinlerle eğlence düzenledim ya? Sonu ilginç oldu: Eve dönecek vakit gelmişti. O zaman anladım ki; “hanıma nasıl bakılır”, “ne diyerek yaklaşılır” bilgim de yok, yüzüm de yok… Bunun üzerine kasten, kendim köye dönmeden bir iki gün önce arkadaşlarımı göndermiştim ve yüzünün heybeti sönsün diye yazdığım “hangi yüzle söylerim ablam Oyke’ye…” şiirimi onlara söylettirmiştim. O şiirin ilk satırı, o gün deyim gibi oldu, dedi…
Abay da, Cumabay da anlatılan hikâyeyi merakla dinledi. Kendisi şair olan yiğit ve yakışıklı Baytas’a, biri yaşlı diğeri çocuk olan iki yol arkadaşı da kıskançlıkla ve beğeniyle bakıyordu. Oyke adlı yengesi de, Baytas’ın şarkıyı eğlenceyi seven arkadaşları da Abay’ın gözünde canlandı. Duyduğu konuşmaların hepsini keyifle, arzuyla dinleyen çocuk, eskiden Baytas ile sırdaş, sohbettaş olmasa da meraklandı, bu sohbetin sonunun ne ile biteceğini bilmek istedi. Baytas’ın yaşıtıymış gibi şakalaşmasından faydalanarak:
– Peki, öyleyse, Oyke ablana hangi yüzle söyledin Baytas ağa, diyerek sözü yapıştırıverdi.
Baytas bu çıkışa güldükten sonra büyüklenerek baktı ona:
– Hangi yüzle söyleyecektim? Biçare kadın arzu hâlini uzaktan şarkıyla söyleyişine dayanabilir mi? Gelir gelmez, önümde bitiverdi, atımın yularını alıp bağlayıverdi, dedi ve Cumabay’a bakarak göz kırptı.
Abay ses çıkarmadı. İçinden “beni kandırıyor yahu” diye geçirdi…
Bu konuşma, yolcuların sabahtan beri sert gidişi yüzünden Naymankökün yavaş yavaş yorulduğu vakitlere denk gelmişti…
Çocuk, obaya ulaşma sabırsızlığına ve üç günden beri yaşadığı heyecanlı hâline yeniden büründü, tekrar topuklamaya yöneldi. İki yoldaşı:
– Hey, bırak diyorum, çocuk! At çatlatacaksın!
– Yapayalnız uzaklaşıp giderek düşmana yem olacaksın, deyip hızını kesmek istedi.
Fakat şehirden ve şehirdeki kasavetlendirici yatılı medreseden yeni kurtulan, artık evine ve obasına ulaşma telaşıyla yanıp kavrulan çocuk o sözleri dinlemeye meyletmedi. Büyükleri de korkutan Esembay, hatta uğrular bile, Abay’a o kadar yabancı ve soğuk görünmedi. “Uğru dediğin de ne? Onlar da kendileri gibi bu ülkenin insanları işte!” “Hepsinin elbiseleri ve eyer takımları kir pas içinde!” “Elleri sopalı olur böylelerinin de…” “Uğrular, hepten sarı kelle(!) olurmuş bazen de…”
Abay’ın uğrular hakkında işittiği bunlara benzer pek çok söz vardı böyle.
Halk içindeki büyüklerin ağzından duyduğu bu tür konuşmaları unutması mümkün değildi elbette. Bilakis “hiç olmazsa bir kere o eşkıyalarla karşılaşsam, düşmana saldırış şekillerine baksam” diyerek içinde yaşattığı bir merak da vardı çocuk gönlünde…
İşte “Karavıl tepesi şu, gizli deresi bu” denen Esembay ve Nayzatas bölgeleri ise, Abay’ın kendi obasının çok bilinen yerleşim yerleriydi. İlkbahar ile güz vakitlerinde, yılda iki defa, Kunanbay obaları bu yerlere gelir yerleşir, uzun süre yaşar, hayvanlarını otlatır da giderler. Şurada görünen yamacın her yanı kısrak bağı, oba yerleşimi, koyun ağılı. Hepsi de o kadar tanış, o kadar yakın… Bıldır soğuklar başladığında, koyunlar kırkılırken, şehre okumaya gittiğinde tam da buradan, Esembay’dan yola çıkmıştı. O zaman birlikte tay mahmuzladığı, aşık oynadığı yaşıtı çocuklarla koşarak yarıştığı, gülüp oynadığı en sonuncu sıcak mekân burasıydı. Kış boyunca obasını ve halkını özlediğinde aklından çıkmayan son günleri tam da bu Esembay’da geçmişti.
Öyle olunca “burada harami var, uğursuz yer, belalı yer” şeklindeki sözlerin hiçbiri gönle tesir etmiyordu. Masum engin kırlar, yemyeşil mekânlar, ak yulaflı şahane ülke aklına düştüğünde gözleri puslanır, hüzünlenirdi. Bütün çevredeki geniş dünyaya, özellikle, kendisinin doğduğu bu sahraya, taşına toprağına çok büyük ve sıcak bir akrabalık hissiyle, şefkatle bakıyordu. Israrla, özlemle seviyordu. Aralıksız bir şekilde, sertleşmeden, aynı kalıpta eserek vuran şahane ılık yel ne kadar da huzur vericiydi. Bu yel ile canlanıp, duygulanıp, gölün yüzeyi gibi kıpırdayıp çalkalanan al kızıl kahve renge bürünmüş yulaf ile diken kırları… Kır değil, sanki deniz gibiydi! Bu kırlıktan gözünü alamadan, doyamadan ve ses çıkarmadan gözünü dikerek uzun uzun baktı. Gücü yetse, bu yerleri öcü gibi görmek, ürkerek bakmak bir yana, kucağını açarak sarıp sarmalardı. Okşaya okşaya “ben seni özledim. Başkaları ‘kötü yer’ dese de, ben böyle söylemedim. Koynuna tıktığın uğru muğruların da dursun, hiçbir şeyini yabancı görmedim” diye bakar gibiydi…
Yeniden atını ökçeledi, ayağını yerden kesip uçarcasına uzaklaşıverdi. Olmayacak oldu. Baytas:
– Arkasında kalıp, büküm dönen arabacı gibi daha ne kadar sarsılacağız. Bu zulmü çekene kadar, Cumeke, gel biz de atları serbest bırakalım, dedi ve kır atı su gibi akıtmaya yöneldi. Cumabay da zoraki mahmuzladı.
Bir müddet sonra Abay bunları karşıladı, üçü birlikte uzun uzun yarışır gibi gitmeye başladı…
Koruluktan çıktıkları sabahtan beri duraksamadan koşturan üç binek atı, terinden kan damlar şekilde üçüncü günün akşamüstü ikindi vakitlerinde, Kölkaynar’daki Kunanbay obasına, Abay’ın öz annesi Uljan’ın oturduğu obaya geldi…
Kölkaynar, suyu bol billur bulakları olmakla birlikte yaylaya nispeten geniş bir yerleşim yeri değildi. Boyun, Şınğıs’a yaslanarak sıralanan üç dört obası buraya yerleşmişti.
Kunanbay’ın kendi obası ile yakın akrabalarının obalarından oluşan bu obalara “Kunanbay obaları” deniyordu…
Debisi az olan bulağın kıyısına yakın aralıklarla konan obaların evleri de, peş peşe böğüren hayvanları da, insanları da bu geç vakitte yüksek sesle ağlaşır gibiydi. Evlerin tandırlarından çıkan ve birbirine karışarak çoğalan tütünleri tek vücut olarak gökyüzüne yükselen mavimsi bir pus gibi obaların üstünde yayılıyordu. Ürüyen itlerin, mal güderken naralar atan çobanların, meleyen koyun ve kuzuların gürültüleri birbirine karışıyordu. Akşam suyunu içmeye gelen kalabalık yılkı sürüsünün koşuşma gümbürtüsü ile ara sıra gürleyerek kişnemeleri ve tozu dumana katmaları