önlük takmış, eteklerini kıvırarak bellerine dolamış, kovalarını ellerine almış vaziyette binicilere bakan kadınlar:
– Şehirciler! Şehirciler geliyor, diye bağırmaya başladılar. Yaşlı bir kadın:
– Şu Abay! Abay ya! Kurban olayım sana! Anasına söyleyeyim, dedi. Genç bir yenge de:
– Evet ya, Telğara4 bu… Canım efendim, bu o… Telğara! Ablama söyleyeyim, dedi ve büyük eve doğru seğirtti…
Annesi Uljan da, Baytas yola çıktıktan sonra, özlediği evladının geleceği vakti hesaplamış ve obaya bugün ulaşacaklarını tahmin etmişti. Kırkına yeni giren ve biraz semizleşen sarı saçlı, kızıl yanaklı baybişe5 deminki seslenişlerin hepsini işitmişti. Uljan hemen evin başköşesinde oturan kaynanası Zere’ye haber verdi, yaşlı kadının sağını solunu düzeltti ve çabucak dışarı çıkıverdi.
Kulağı uzun zamandan beri iyi duymayan ninesinin en sevdiği torunu Abay idi. Onu aklından çıkarmaz, duasından eksik etmezdi.
Atlılar evin önüne geldiğinde, o büyük ev ile doğu tarafına kurulan konuk evi arasında, kendilerini bekleyen bir grup insan olduğunu gördüler. Deminki analardan başka, yengeler, komşu evlerin kadınları, nadiren ev dışına çıkan yaşlılar, bu obanın bütün evlerinden çıkıp gelen çocuklar da buradaydı. Obanın büyükleri de her yandan yüksek sesle konuşa konuşa akarcasına bu heyecanlı gruba doğru geliyordu.
Birisi, iki yoldaşını geride bırakarak o topluluğa doğru gelen ve onlardan erken inen Abay’ın atını alıp gidiverdi. Çocuk, kalabalığın içinde en önce kendi annesini gördü ve ona doğru yürüdü. Annesi uzak sayılmayacak bir mesafeden seslendi:
– Ey, gözümün nuru! Canım oğlum! Öbür yanda baban duruyor… Önce ona selam ver, dedi.
Abay annesinin işaret ettiği tarafa bakınca hemen görüverdi. Babası Kunanbay, yanındaki iki üç kişiyle birlikte uzak sayılmayacak bir yerde, konuk evinin dışında duruyordu. Uygunsuz bir şekilde arada kalan çocuk, annesinin bu kadar serinkanlı duruşunun sebebini anladı ve çabucak babasına doğru döndü. Baytas ile yorga Cumabay da, çok uzak sayılmayacak bir mesafede indiği atlarını yedeklerine almış vaziyette yaya yürüyerek Kunanbay’a doğru gidiyordu. Fakat iri yapılı, kır sakallı, bomboz suratlı Kunanbay’ın gözü bunlarda değildi. Arkalarından Azrail kovalar gibi at koşturan dört beş süvari obaya doğru geliyordu. Hepsi de şişman vücutlu olan atlılar varlıklı kodamanlara benziyordu. Bunlar, Kunanbay’ın önceden haber göndererek davet ettiği ve bugün beklediği kişiler olmalıydı. Gözü onların üzerindeydi.
Baytas ile Cumabay yaklaştığında Abay da babasının yanına kadar gelmişti. Üçü birden, her kafadan bir ses çıkarırcasına selam verdi. Kunanbay döndü, çabucak selamlaştı ve kısaca hâl hatır sordu. Oturduğu yerden kalkmadı. Oğlunu yanına da çağırmadı. Az bir süre Abay’ı süzdükten sonra:
– Oğlum, boyun uzamış, akıl baliğ olmuşsun efendim! Molla oldun mu? Bilgin de boyun gibi büyüdü mü, diye sordu. İstihza mıydı, şüphe miydi? Yoksa gerçekten bilmek mi istiyordu?
Çocuk, aklının yettiği günden bugüne kadar, eski püskü kışta güneşin durumuna bakan yaşlı sığırtmaç gibi babasının yüzüne baka baka, onu tanıyarak büyümüştü. Babası da bu oğlunun çok sezgili oluşunu diğer evlatlarından üstünlüğü sayardı. Abay, utanmayı, cevap vermemeyi bağışlamayan baba mizacını iyi biliyordu. O, sabırlı ve uysal görüntüsüyle:
– Şükürler olsun, baba, deyip biraz durdu ve “ders tamamlanmasa da, at geldikten sonra, hazretin iznini ve duasını alıp döndüm” dedi.
Aynen yetişkin bir adam gibi söylediği bu sözler çocuğun önceden hazırladığı cevabıydı…
Babasının yanında duranlar; Maybasar ile onun ulağıymış. Maybasar, Kunanbay’ın üvey annesinden doğan kardeşiydi. “Dört kumalı” akrabaların analarının birinden doğmuştu. Kunanbay bu yıl, kendisi Ağa Sultan6 olduktan sonra, Maybasar’ı Tobıktılara İdari Başçavuş tayin etmişti.
Maybasar Abay’ın cevabını beğenerek:
– Kendisi hepten ağırbaşlı olmuş, diyecek oldu, Kunanbay onun sözünü tamamlatmadan Abay’a:
– Git, annelerinin tarafına var, onlarla da selamlaş oğlum, dedi…
Abay’ın beklediği de buydu. Kendisini bekleyen, bütün hareketlerini uzaktan izleyen, kendi aralarında konuşup duran annelerine doğru döndüğünde, Abay yeniden kendi yaşına uygun sevinçli çocuk hâline bürünüverdi. Yorga Cumabay ise Abay’ın bugün kendisini nasıl korkuttuğunu anlatmaya başladı. Çocuk sabırsızlıkla öz annesine doğru yürüyüverdi. Cuma’nın hanımı, Kaliyka denen bir yengesi önden gelerek:
– Telğara! Kurbanın olayım Telğara! Cüsseli adam gibi delikanlı olmuşsun efendim, deyip boynundan sarıldı, yüzünden öptü. Başka bir yengesi, Izğuttı’nın hanımı Tobcan da öptü. Ondan sonra büyük kadınlar ve bu gruptaki büyük erkeklerin, ağabeylerin de bir kaçı öptü. Abay’ı gerçek çocuğa dönüştüren işte bu öpüşler idi. O, mahcup olup kızarmakla birlikte bu öpücüklerden kaçıp kurtulamadı. Ne karşı durabildi, ne uygun görebildi. Birçok büyük kadının gözleri yaş doldu, kimileri tutamadı, yanaklarından döküverdi…
Çaresiz sırasıyla önüne çıkan bütün büyüklerin kucağına girdikten sonra, sıyrılıp annesine doğru hızlandı. Abay’ın öz annesi Uljan ile ikinci annesi, güzel yüzlü Ayğız yan yana duruyordu.
Çocuk topluluğun arasından çıktığında yapmacık bir şekilde gülen Ayğız:
– Hay kötü kadınlar! Oğlumuzun yüzünde öpecek yer de bırakmamış, her yerine tükürük bulaştırmış efendim, dedi ve Abay’ı gözünden öptü.
Sıra öz annesine geldiğinde, o öpmedi. Sımsıkı sarılıp bağrına bastı ve alnından koklayıverdi. Abay’ın babasındaki serinlik çoktan beri annesinin de sevimli mizacı olmuştu. Çocuk bundan fazlasını beklemiyordu. Fakat anasının bağrına basışında Abay’ın yüreğini hızlı hızlı attıran başkaca büyük bir yakınlık hissedildi. Bu ana kucağıydı!.. Uljan oğlunu çok tutmadı:
– Ninene git, orada, diyerek, büyük evin kapısına doğru döndürüverdi. Yaşlı ninesi Zere, bastonuna dayanmış bir hâlde:
– Seni sünepe! Önce bana gelmedin de babana gittin ha! Seni sünepe, diyerek kızıyordu. Torunu kucağına geldiğinde ise “seni sünepenin” ardından alelacele “göz bebeğim, gösterişsiz kuzum… Abay’ım, canım…” diye dudağını titreterek ağlamaya başladı…
Ninesinin kucağında büründüğü ruh hâliyle büyük eve giren Abay, karanlık çökünceye kadar orada kaldı. Anneleri ona kâh kımız, kâh söğüşlenmiş soğuk et, kâh çay sunarak dayatıp verse de çocuğun boğazından bir lokma dahi geçmedi. Doğru dürüst bir şey de içmedi. Gün boyu çektiği açlığı unutmuş gibiydi.
Yemek verirken, alışkanlıkları olduğu üzere anneleri ve yengeleri çocuğa:
– Obayı özledin mi, en çok kimi özledin?
– Molla oldun mu?
– Okulu bitirdin mi, gibi soruları tekrar tekrar sordular. Abay başka sorulara doğru dürüst cevap vermedi. Sadece “kimi özledin”